“Gerilemede eşitlenme”

Eğer fikirler birbirinden doğuyor olsaydı, tüm tarihsel ve teorik sapmaların birer mantık hatası olması gerekirdi. Bu sözler Fransız marksist Louis Althusser’e ait. Kısacası Althusser, fikirlerin fikirlerle açıklanmasının yanlış olduğunu, bunun yerine belirli bir dönemin fikirlerini o dönemin toplumsal koşulları ile açıklamak gerektiğini söylüyor.

Marksist tarih anlayışının bilindik bir vurgusu elbette. Althusser bu vurguyu güçlü bir biçimde dile getirmiş olmasıyla konu oldu bu yazıya. O yüzden burada bırakacağız kendisini.

***

Türkiye’de sosyalist hareketin gelişimi içinde kimi dönemler özel bir nitelik arz eder. Örneğin 1920’leri takip eden yıllar ya da 1961-71 arası böylesi dönemlerdir. Bu dönemlerde sosyalist hareketin temel yönelim ve öncelikleri içinde bulunulan toplumsal ve siyasal koşulların basıncı altında biçimlenmiş, giderek sosyalist hareket mevcut dönemin özellikleriyle etkileşim halinde olan paradigmalar geliştirmiştir.

Bu tür bir başka dönem ise 1989-91 dönemecidir. Ülke içinde 12 Eylül faşizminin tarifsiz karanlığı, dünyada ise sosyalizmin geri çekilişinin sarsıntıları ile tanımlanan bu dönemde, sosyalist hareket de kendisine bir yol aramış ve bulmuştur.

Ne iyi ki bulmuştur. Zira aynı dönemde yolunu kaybedenler, yolunu değiştirenler, yolunu inkar edenler de olmuştur.

Bir yol bulunmuştur bulunmasına, ancak bulunan yolun bir süre sonra sosyalist hareketin temel yönelim ve önceliklerini belirlemesi, yani bir paradigmaya dönüşmesi de kaçınılmazdı. Nitekim öyle de olmuştur.

12 Eylül’ün ertesinde bulunan yol ve bu yolun bir paradigmaya dönüşmesi çok çeşitli boyutlarıyla ele alınıp betimlenebilir tabii. Bu yazıda bütün bunlara tek tek değinme şansımız yok, ancak belki de manzaranın genelini yansıtacak bir girişimde bulunabiliriz.

12 Eylül sonrası sosyalist hareketi biçimlendiren toplumsal ve siyasal koşullar, Metin Çulhaoğlu’nun uzun zaman önce kullandığı bir tanımlamaya başvurursak, “gerilemede eşitlenme”yi ifade etmektedir. Kuşkusuz, bu tanımlama bir soyutlamadır. Ancak sosyalist hareketin örgütlü gücünün kırıldığı, kitle bağlarının yok olduğu, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal dinamiklerin ağır bir baskı ile etkisizleştirildiği, ilerici dinamiklerin yükseliş ya da direnç sergileyemediği, bunun ötesinde bencilliğin, köşe dönmeciliğin, piyasacılığın, islamlaşmanın, polis şiddetinin ve faşist baskının tavan yaptığı bir dönem için başka bir tanımlamaya fazla da ihtiyaç yoktur herhalde.

Dolayısıyla, 12 Eylül’ün ardından sosyalist hareket, Türkiye’de sınıf mücadelesinin ve ilerici dinamiklerin etkisizleştiği, toplumsal ve siyasal gelişimin durduğu, hatta geri çekildiği koşullar altında varlığını sürdürmek göreviyle karşı karşıya kalmıştır. “Gerilemede eşitlenme” derken kast edilen de budur. Gerileyen sadece sosyalist hareket değil, Türkiye’nin ilerici dinamikleridir aynı zamanda. Belki sosyalist hareketin geri çekilişini bu kadar şiddetlendiren de toplumsal ve siyasal yaşamdaki bu gerilemenin kendisi olmuştur. Nasıl tarif edilirse edilsin, sonuç olarak hem sosyalist hareket hem de ülke birlikte gerilemiştir.

O dönemden itibaren gelişen korunmacı, savunmacı ve steril tarz ve yatkınlık da işte bu toprakta büyümüştür. Bu bir şikayet ya da hakaret olmaktan çok, bir saptamadır. Çünkü, en başta hatırlattığımız gibi, fikirler fikirlerle değil, mevcut toplumsal koşullarla açıklanmalıdır. O halde, sosyalist hareketin 12 Eylül ertesinde geliştirdiği ve giderek bir paradigmaya dönüşen yönelim ve öncelikler, o dönemin özellikleriyle, yani “gerilemede eşitlenme”nin koşullarıyla kavranmalıdır.

***

Bu tartışmanın bizim için önemi ve bugüne bağlandığı nokta ise, yine aynı saptamaya işaret etmelidir. Diğer bir deyişle, eğer Türkiye’de sosyalist hareketin korunmacı, savunmacı ve steril tarzını terk etmek gerektiğinden söz ediliyorsa, bu bir mantık hatasını düzeltmek için değil, içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal koşulların sunduğu fırsatları değerlendirmek için olmalıdır.

Hangi fırsatlar mı?

Mesela 12 Eylül döneminin bitişi...

Mesela Türkiye’de Haziran Direnişi’nin toplumsal ve siyasal etkisinin sürmesi...

Mesela halkın laiklik, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi taleplerle sahnede belirmesi...

Bunlar yabana atılacak ya da üzerinden atlanacak dönüşümler değildir ve 12 Eylül ertesinde sosyalist hareketin geliştirdiği paradigma tam da bu tür unsurların yokluğunda biçimlenmiştir. Dolayısıyla, sosyalist hareketin yönelim ve önceliklerini yeniden ele alması, bu dönemin özellikleriyle etkileşim halinde yeni bir paradigma kurması gereklidir.

Çünkü “gerilemede eşitlenme” koşulları bugün ortadan kalkmıştır. Bugünün tablosu, dinci gericiliğin, yağma ve talana dayalı piyasacılığın, kadın düşmanlığının, cehaletin, yobazlığın toplumsal tabanının ve meşruiyetinin azalmakta olduğu, buna karşılık aydınlanmacılığın, kamucu duyarlılıkların, kardeşlik ve eşitlik arayışının, estetik zekanın yükseldiği bir manzara sunmaktadır. Eşitsiz gelişim, bu defa bizim lehimize olmak üzere, iş başındadır.

Bugün gerileyen gericiliğin ta kendisidir yani. Ve bu gerilemenin arasından birer birer ilerleyen, yükselen, büyüyen dinamikler çıkmaktadır.

Bu, düzen için bir krizden de öte, başlı başına çöküş alametidir. 

Sosyalist hareket bu dönemin özelliklerini dikkate alan bir paradigmayla kendini yeniden kuracaksa ve ülkenin gidişatına el koyacaksa, bu çöküşe ve çöküşün içinden yükselen ilerici damarlara gözünü dikmelidir.

Çünkü filiz toprağı delmektedir.