Ekonominin bu büzüldüğü yerde kalması için bile para girişi lazım. Darbe girişimi sonrası hele de ABD ile NATO tarihinin en sert restleşmelerinden biri yaşanırken, kısa vadede sermayenin en büyük kılavuzu olan ABD diplomasisinin AKP’yi herhangi bir şekilde beğenme ihtimali yok. Tehditler, blöfler havada uçuşacak, mecburi müttefikliğin yeni koşulları kimsenin bilemeyeceği karanlık pazarlıklarla halledilecek…
Peki ABD seçimlere giderken diplomasinin bu koyu kıvamının önemi azaldı varsaysak, derecelendirme kuruluşlarına beğendirerek bir şeyler yapılamaz mı? Standard and Poors, en büyük ve tuzu kuru bağımsız şirket olarak beğenmedi, not düşürdü. Ama zaten hiç yatırım yapılabilir not vermemişti, ayrıca Türkiye ile bir protokolü de yoktu…
Geriye Moody’s ve Fitch kaldı. Her ikisinin de halihazırdaki yatırım yapılabilir notta tutmaları gerekiyor. Üstelik büyük abileri yatırım yapılabilir sınırın iki basamak altını reva görmüşken, üstelik Batı dünyasında pek sınırlı çevrenin anlayabildiği bir darbe girişimi ve sonrasındaki kaos yaşanmaktayken. 1980’lerin ortasından beri devlete yerleşmesine göz yumulan, ulusal veya insani bir ölçeği-niyeti bulunmayan, amerikancılıktan gözü dönmüş bu tarikatın özellikleri yakından anlaşılmadan olan bitene ne anlam verilebilir? Basitçe uzak dur! Ve dahası…
Dünyanın en büyük sigorta şirketinin baş danışmanı ve önemli köşe yazarlarından Mısır asıllı Muhammed El Erian'ın herhalde asıl önemi, tam iki trilyon dolarlık bir tahvil fonunu yönlendirme gücünden geliyor. Dünyanın en büyük tahvil fonunun eski CEO'su hâlâ PIMCO'nun üst yatırım komitesinde. Ve Harvard Üniversitesinin üst danışma komitesinde... Paraya akıl verme konusunda dünyanın en çok sözü dinlenen birkaç insanından biri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tabii paranın akıla ihtiyacı olduğu dönemlerde!
Kendisi, uzun dönem için "bayır aşağı yuvarlanma potansiyeli biriktiriyoruz" diyor. Merkez bankalarının artık küçülmeleri gereken bir dönemde daha da abartmalarının büyük ve kötü sonuçları olmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Bu atmosferde dünya sermayesinin şimdilik azımsadığı badirelerden bahsederken, en önemli dördünü şöyle sıralıyor: Brexit, İtalyan bankacılığının batırdığı krediler, Çin ekonomisinin kredi sistemindeki bozulma kaynaklı yavaşlamaya devam etmesi, ve nihayet Türkiye darbe girişimi. Söz Türkiye'ye gelince de dünyanın en büyük cari işlem açığı veren ekonomilerinden birinin "gerçeklikle sınanma" sürecine girdiğini söylüyor.
Dünya merkez bankalarının giderek daha da bollaştırmakta ısrar ettiği, ABD Merkez Bankası FED’in sadece bir kez çeyrek puan faiz artırıp durmak zorunda kaldığı bir ortamda, yapısal bozulmaların, kronik pazar sorunlarının, pahalılaşan varlık fiyatlarının, imalat sanayii yatırımına yönlendirilemeyen sermayenin daha uzun yıllar başa bela olmaya devam edeceği ortada. Borsalardaki doygunluk, kredi iştahındaki azalma kendini acı bir olguyla belli ediyor: Negatif faiz veren gelişkin ülke hazine borçlanma kağıtlarına trilyonlarca dolar park etmiş, faiz istemek bir yana, üzerine bir de “kiralık kasa parası” veriyor.
İşte bu korku ortamında iktidar, ülkeye para sokmak zorunda. Kur istikrarını sağlamak, faiz ve dövizi kontrol etmek zorunda. Bizi paraya muhtaç eden rekor dış açığımızın uzun bir hikayesi var, yaklaşık 60-65 yıllık. 1950'lerde Güney Kore ile benzer ekonomilere sahiptik, şimdi onlar birinci ligde biz kümede. Çünkü Türkiye kapitalizmi 60- 65 yıldır öncelik sıralamasını hedeflerine değil, korkularına göre yaptı. Kendi korkup, NATO ülkelerini de korkutup avanta alıp paylaşmaya dayalı siyasi sistem, tarihinin en büyük krizi olan 2001’den sonra da değişmedi.
2012 yılında, 2008 krizi önlemi olarak dünyada basılan paranın girişinde zirveye ulaşan Türkiye, 2013 yılından itibaren teklemeye başladı. Dünya geneline yayılan büyüme sorunları bugün Türkiye ekonomisinin patinajını kamufle etmekten uzak. Benzer noktada olmak demek, siyasi risklerin göze batması demek.
2015 yılında iyi kazanmış olan yerli kapitalistlerin kârlarının üçte ikisini döviz borçlarına bırakmış olması, 2016 yılının ikinci yarısından itibaren banka kârlarının inişe başlayacak olması, yine bu yıl da döviz kurları tarafından sıkıştırılan özel sektör borçlanması ve yine aynı nedenle tutturulamayan enflasyon hedefleri…
Bütün bunlardan ortaya çıkan sıkışmanın sistem içi tek çaresi görünen yüksek faiz ise Saray rejimi tarafından “lobi faaliyeti” olarak görüldüğüne göre, geriye sermayeyi başka yollarla sevindirmekten başka çare kalmıyor:
İlk adım varlık barışıyla geldi, daha önceki denemelerin üzerine bir de vergi ve kaynak sorma kaldırıldı. Türkiye’nin kazanmak isteyen herkese açık olduğu mesajı, uluslararası kara para sözleşmeleri riske edilerek teyid edildi. Yılın ilk yarısı giren 3,5 milyar dolar kadar kaynağı belirsiz paranın yetersiz görüldüğü, veya ABD ile yaşanmakta olan sürtüşmeler nedeniyle kesilmesinden korkulduğu anlaşılıyor.
İkinci adım, sosyal güvenlik reformu adı altında paketlenmeye çalışılan emeklilik sisteminin özelleştirilmesi hamlesi. Burada iki yönlü bir sermaye kıyağı var: Hem tasarruf oranı “zorla” yükseltilerek reel faizler yapısal mekanizmalarla düşürülmeye çalışılacak, hem de ortaya çıkacak fonların yönetimi özel şirketlere verilerek yeni kâr kaynağı ve finansal derinleşme sağlanacak.
Üçüncü önemli adım da varlık fonu kurulması. Kamunun elindeki fonların doğrudan yatırım, hisse senedi alımı gibi kanallar üzerinden burjuvazinin sermaye eksiğini tamamlamaya yönlendirilmesi. 2008 yılından sonra özellikle Singapur, Katar, İsveç gibi ülkeler, hem emeklilik fonlarını hem de buna fonlaştırarak kattıkları kamu finansı fazlalarını rekabetçi yönetilen, en çok kazanana tahsis edilen fonlar olarak yapılandırmaya başladılar. Bu fonların zaman zaman ABD’deki veya Avrupa’daki güç duruma düşmüş şirketlere ortak olduğunu duyduk. Bu uğurda işsizlik fonunu kendi malları gibi kullanacak olmaları ayrıca not edilmeli.
Türkiye gibi kurumsal yönetimde geri, yolsuzluk oranı yüksek ülkelerde iyi sonuçlanma olasılığı düşük olan böyle bir girişimde emekçilere daha yüksek vergiler karşılığında daha hızlı büyüme ‘vaadi’ düşüyor. Kamunun doğrudan sermayedar gibi davrandığı bir modelle Özallı yıllarda KİT’lerin özerkleştirilmesi girişimlerinin aslında bir farkları yok. O zaman satmayaydınız da denebilir. Boşverin, mesele kamudan özel sermayeye kaynak transferi olunca ekonomi yönetimi tadından yenmiyor…
@ErgunCagl