Geliş: Determinist bir Amerikanvari bilimkurgu

Bu haftanın en seyredeğer filmi, tüketim toplumunun dışında kendi kendilerine yeterli bir yaşam sürmek amacıyla şehir dışında kendi başlarına yaşayan bir ailenin öyküsünü perdeye getiren bağımsız Amerikan yapımı Kaptan Fantastik (Captain Fantastic). Senarist-yönetmen Matt Ross’a bu yılki Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen ödülü getiren Kaptan Fantastik, adının yaratabileceği izlenime karşın bir süper kahraman çizgi romanı uyarlaması değil, hatta fantastik bir film de değil, sıradışı bir ‘aile draması’. Bir hastanede tedavi görmekte iken ölen annelerinin cenazesine katılmak amacıyla babalarıyla birlikte şehre gelen çocukların velayetini zengin dedelerinin, babanın üzerinden kendi üzerine almak istemesiyle gelişen olaylar bu aileyi çözülme tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor. Çocukların, şehir insanlarının çoğunun aşırı kilolu olmasına şaşırmalarından, evde yalnızca babalarından okul-dışı eğitim almış olmalarına karşın okul eğitimi görmüş yaşıtlarından çok daha bilgili ve kültürlü olmalarının ortaya çıkmasına kadar çağdaş Amerikan toplumuna eleştiri okları yönelten Kaptan Fantastik, babanın liderliğini pek fazla idealize etmeyen, çocukların deneyimlerinin toplumdan izole bir yaşamla sınırlandırılmasını da zaman zaman sorunsallaştıran, son tahlilde ise tercihini bu alternatif yaşam denemesinden yana koyan, ilgiye değer bir film. Ülkemizde daha önce Adana Film Festivali’nde ve Filmekimi’nde izleyici karşısına çıkmış olan Kaptan Fantastik, ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden üç şehirde toplam 10 sinema salonunda vizyonda.

GELİŞ

Haftanın en ilgiye değer filmi Kaptan Fantastik olsa da en fazla ilgi göreceğine kesin gözüyle bakılabilecek film ise Geliş (Arrival) adlı bilim-kurgu filmi. Geliş’i “bilim-kurgu” olarak nitelemek bu janrın konvansiyonel tanımı içinde kuşkusuz doğru olsa da Geliş aslında ironik biçimde ‘bilim-karşıtı’ bir yönelime sahip bir film! Ancak Geliş’in “felsefesini” ortaya koymadan önce yadsınamayacak kimi meziyetlerini hakkaniyet adına not edelim.

Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali ana yarışmasında yapmış olan Geliş’te yönetmen koltuğunda son yıllarda adından sıkça sözettiren Denis Villeneuve oturuyor. Villeneuve’nin yönettiği olağanüstü José Saramago uyarlaması Düşman’ı (The Enemy, 2013) o dönemki Sol gazetesine yazmıştım Türkiye’de vizyona girdiğinde. Yönetmenin bir sonraki filmi Sicario (2015) da Amerikan devletinin sınırötesi örtülü operasyonlarındaki dehşeti teşhir eden, çok kalburüstü bir aksiyon filmiydi. Villeneuve gerek bu filmlerinde, gerekse ülkemizde vizyona girmeyip yalnızca festival mecrasında boygösterebilen Prisoners’da (2013); konvansiyonal ana-akım sinema kalıplarının ötesine geçen, ortalama seyirci beklentilerini cüretkar biçimde umursamayan çalışmalar ortaya koymuş, ayrıca kendisine ait olmayan senaryoları filme çekse de özellikle Düşman ve Sicario’da tekinsiz atmosfer duygusu yaratma açısından bu filmlere ayıredici kişisel imzasını atmayı başarmış, hatta Sicario’da görsel ve işitsel dokuya verdiği önemle bu açıdan nadir sinemacılardan olduğunu göstermişti.

Geliş’in ilk yarısı, Villeneuve’nin bu parlak siciline yaraşır biçimde akıyor büyük ölçüde. Yeryüzünün çeşitli yörelerine aynı anda inen uzay araçlarından ABD’ye gelenindeki uzaylıların dilini çözümleyip onlarla iletişim kurarak dünyaya neden geldiklerini öğrenmekle görevlendirilen dilbilimci Louise ve ona eşlik eden bir fizikçinin uzaylılarla ilk temasları gerçekten de uzaylılarla karşılaşma temalı bilim-kurgu filmleri içinde antolojilere girecek klasmanda. Sisler içindeki kırsal bir alana inmiş olan uzay aracının geniş plandaki ilk görüntülerinden itibaren Louise’in dahil olduğu ekibin uzay aracının girişindeki yerçekimsiz koridor boşluğunda ilerlemeleri başta olmak üzere tüm bu sahnelerde Louise’in duyduğu tedirginlik hissi biz izleyicilerin de iliklerine kadar işliyor ve nihayet uzay aracının derinliklerinde saydam bir perde ardında yine sisler içindeki uzaylıların göründüğü anda doruğa ulaşıyor. Bu ilk karşılaşmanın ardından Louise’in uzaylılarla karşılıklı iletişim kurma ve onların dilini çözme çabaları da merakla izleniyor. Ancak Louise’in uzaylı dilinin temel yapısını çözmesinin ardından Geliş hızla yokuş aşağı inmeye başlıyor ve finalde de çok kötü biçimde çakılıyor.

Villeneuve’nin tüm zanaat yeteneğine karşın Geliş’in çok kötü bir senaryoya sahip olduğunun ilk emaresi aslında filmin en başında mevcut: Amerikalı bir albay, Louise’e uzaylıların dilini çözme konusunda çalışması önerisini ilk götürdüğünde geçmişte Farsça bir videoyu çok hızlı biçimde çevirmeyi başarmış olmasını referans gösteriyor – sanki Farsça dünyanın en nadir, en acayip, en anlaşılmaz diliymiş gibi! Bu saçmalığı, Amerikan ordusunun zeka seviyesine dair bir taşlama olarak algılamak isteseniz de filmin ilerleyen kısımlarında aslında senaristin zeka seviyesinin göstergesi olduğunu farkediyorsunuz geriye dönük olarak. 

Velhasıl kelam, Louise’in uzaylılarla iletişimi ilerletme çalışmaları sürerken hem Amerikan halkının, hatta bazı askerlerin, hem de diğer uzay gemilerinin inmiş olduğu diğer bazı ülkelerin sabrı taşmaya başlıyor. Uzaylıların hasmane olabileceklerine dair endişeler üzerinden onlara karşı caydırıcı güç gösterisinde bulunulması talepleri yükseliyor, her ne kadar ABD yönetimi sağduyusunu korusa da. Derken Çin, uzaylılara “geldiğiniz yere dönün, pis uzaylılar” minvalinde bir ültimatom verip savaş için gerisayımı başlatıyor. (Filmin önemli bir yan-öyküsü olan Louise’in evladı hakkındaki “düşlerine” dair muammanın sürpriz çözümünü ele vermeyeceğim ama ana öykünün bağlanışını söylemezsem senaryonun pespayeliğini açımlamamış olurum:) Çok şükür Louise bir CIA yetkilisinin uydu telefonunu aşırıp Çin genelkurmay başkanını arayarak ona “savaşın kahramanlar değil, dullar ve yetimler yarattığını” söyleyince Çinli general, aynı zamanda kendi karısının da son sözleri olan bu veciz ifade karşısında son anda derhal netamet getirip uzaylılara saldırmaktan vazgeçiyor!...

‘Story of Your Life’ başlıklı bir öykünün uyarlaması olan senaryonun –özgün öyküde yeralmayıp senaristin “katkısı” (!) olan- bu tip ‘Amerikanvari’ çiğlikleri bir yana, Geliş felsefi olarak çok sofistikeymiş gibi görünmeye çalışan ama önemli bir bölümünü şahsen safsata olarak nitelendirdiğim bir dizi önerme de içeriyor. Öncelikle, Louise’in fizikçi çalışma arkadaşının onun “uygarlığın temelinin dil olduğu” görüşüne “hayır, uygarlığın temeli bilimdir” diye karşı çıkışını duyuyoruz ve filmin anlatısı Louise’in ne kadar haklı olduğunun, yani fizikçini haksız olduğunun ispatı üzerine kurulu. Dilin önemini yadsıyacak değilim ama (farklı düzlemdeki kategoriler olmalarına bakılmaksızın) dilin öneminin, bilimin önemi ile yarış halinde kurgulanıp bu yarıştan dilin galip çıkması üzerinden bilimin dolaylı olarak itibarsızlaştırılması Aydınlanma-karşıtı akımların marazi takıntılarını çağrıştırmıyor değil. 

Geliş’in temel önermesi şu: dil, insanın düşünce biçimini ve dolayısıyla dünyaya bakışını şekillendirir. Eğer burada kastedilen “şekillendirme”, “ciddi ölçüde etkilemek” biçiminde olsaydı, buna itiraz edilemezdi ancak burada kastedilen “belirlemek”, üstelik bir hayli indirgemeci biçimde. Öyle ki, uzaylıların dilinin tek yönlü doğrusal değil çift-yönlü döngüsel bir anlatımı içermesi üzerinden bu dili öğrenince zamanı da artık öyle algılamaya başlıyor ve de böylece geleceği şimdi içerisinde duyumsayabiliyorsunuz!

Geleceği şimdinin içinde duyumsamak ise, daha güzel bir dünyaya ilişkin öngörülerde bulunmaktan tamamen farklı olarak, determinist, hatta düpedüz kadercilikten başka bir yere çıkmayan bir perspektif sunuyor. Geleceği adeta metafizik biçimde önceden bilerek bugünü ona göre yaşamak gibi bir boş inanç konuluyor önümüze, geçmişi ve bugünü çözümleyerek geçmişin ve bugünün çözümlenmesinin ışığında geleceği şekillendirmek yerine.