Geçişten geçişe

Seçim elbette önemlidir; ama işçiler grevlerle, kadınlar ve LGBTİ+’lar sokakta, maden şirketlerine karşı ekolojistler dağlarda direniyorsa siyaset de dört-beş yılda bir yapılacak, koşulları yukardan belirlenen kurumsal bir oyuna da terk edilemez.

Masis Kürkçügil

Türkiye yeniden bir “geçiş” girdabında. Bir beladan kurtulmak için her yolun mubah sayılabileceği bir seçime doğru sürükleniyor. Kademeli bir “kurtuluş” beklentisiyle önce saray rejiminden kurtulunacak! Sonra diğer sorunlar sırasıyla gündeme alınacak herhalde.

Nereden nereye geçildiği belirsiz “geçiş”in kendisinde bir hikmet aramak yeni bir şey olmadığı gibi yerli ve milli de değil.

Bir normalleşme, hatta helalleşme veya hesabı sıfırlama ile tahribatın giderilebileceği zehabı bedava umut peşinde olanların vazgeçilmez kaynağı. Türkiye’nin elli yıllık siyasal tarihi güç ilişkilerindeki iç geçişlere bel bağlamanın faturasının ağır olduğunu göstermiştir.

DÜN

Özellikle kendi özgücü ile siyaset yapma kapasitesine sahip olmayanlarda bir stratejik sıçrama merakı var: Kendi yapamadığını üstün aklıyla başkasının sırtından tarihe yüklemek. Tarihi kitlelerin yaptığı gerçeği bir kenara itilerek tehlikeli jeopolitik cereyanlara kapılıp büyük şeytanı kafesleyecek düzenekler kurulur. Bunu güncel olarak Rusya’nın Ukrayna işgalinden hareketle orta çıkan tartışmalarda açıkça görmek mümkün.

Anti-emperyalizm başlığı altında bloklar arası kapışmadan medet ummak yüksek siyaset sayılsa da bu zihniyetin farklı izdüşümlerini iç siyasette fazlasıyla görüyoruz.

12 Eylül sonrasında Özal’a ve Demirel’e yüklenilen misyonlardan sonra AKP’nin şahsında keşfedilen değerlerin bir başka anlamı, olmayan siyasal güç (sağlı sollu liberallerin seçimdeki karşılığının solda sıfır olduğunu kendileri bile söylemekte) ve buna karşılık müthiş ve çok değerli fikirlerle bir “ikna yöntemi” uygulayarak bir demokrasi gediği açılmaya niyetlenilmesidir. Tabii bunun karşısında istemezükçü bir dirençle, anti-emperyalist kodlar altında “milli” ve cumhuriyetçi pozisiyonlarla bir başka hegemonya sevdası da ortalıkta dolaşmıştır. Örneğin 12 Eylül referandumunda “Hayır” kampanyası yürüten sosyalistler de %60’ın karşısında MHP’nin de dahil olduğu %40’lık bir blok olduğunu iddia ederlerken benzer bir hataya sürüklenmişlerdir.

Böylece de bize bir tür İtalyan usulü hegemonyanın suyunun suyu düşmüştür. AKP’nin “muhafazakâr demokrat” olarak takdis (veya vaftiz!) edilmesiyle toplumsal yaşamda radikal dönüşümler olmadan demokrasiye geçileceği beklentisinin anlı şanlı ideologlarımızı ne kadar zorda bıraktığını tekrar ve tekrar belirtmenin bir sakıncası yok. Lakin altılı masa bileşenlerinin şeceresinin de dayandığı güç ilişkilerinin yaratılan tahribat için pansumandan başka bir gücü olmadığını da görmek gerek.

BUGÜN

Erken seçim nakaratının giderek silikleşmesi ve “hemen seçim” gibi bir depremin hayal olduğunun anlaşılmasıyla dikkatler daha fazla altılı masaya yöneldi. HDP üçüncü ittifakı güvenceye almakla birlikte Başkanlık seçimi için ortak aday ihtimaline açık kapı bıraktığını deklare etmiş durumda. HDP’nin altılı masaya dahil edilmemesi değil dahil edilmesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu.

Seçim sistemi çok farklı olmakla birlikte Fransa’da genel seçimlerde La France Insoumise’in önderliğinde inşa edilen NUPES benzeri bir ittifakı HDP’nin tercih etmesi daha akla yakın gözükmekte. Yani kendi dışındaki solu kapsayarak bir yarma harekâtı.

Ancak başkanlık seçimlerindeki oy oranlarının tersine diğer sol Fransa’da genel seçimlerde iyi kötü bir varlık gösterebildiği için bu sonuç elde edilebildi. Oysa Türkiye’de yapılan araştırmalara bakıldığında şimdilik bunların üçte birinde yalnızca tek bir sosyalist parti görünür gibi olmaktadır (%0,5 ila %1 arasında). Sosyalist hareketin toplumsal ağırlığı sandıkta görünenden fazla olsa da arada dağlar kadar fark yoktur.

YARIN

Sosyalist solun iddiası bir yana, sözü ile toplumsal karşılığı arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurum “AKP’yi indireceğiz”, “öteki berikini satacak” nidalarıyla kapatılacak gibi değildir.

Seçimlere kadar siyasallaşma ibresi yükselirken, toplumsal krizin önünün alınamayacağı için de direniş fırsatlarının yeniden ve yeniden üretilmesine tanık olmamız kesin. AKP meşruiyet kaybettikçe eylemler de meşruiyet kazanmaya devam edecektir. Yitirilen siyasal, toplumsal ve hatta ideolojik meşruiyetin, örneğin beka sorunu alevlendirerek militarizm ve milliyetçilikle ikame edilemeyeceği bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Sosyalist hareketin ayrı ayrı yapacak işleri elbette vardır ve bu meşrudur. Ancak taleplerin böylesine minimal bir hale geldiği bir dönemde yapılacak ortak işler bin kat daha fazladır. Emekçiler ve ezilenler için gündelik talepler dışında eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı bir ufkun, genel olarak bir sosyalist perspektifin oluşturulması için ortak mücadeleler seçim tartışmalarından, kimin kimden ne kadar ne olduğundan bin kat daha önemlidir. 

Böylesi bir ortak faaliyet dönemi seçim sonrası için de bir kaldıraç işlevi görebilir.

Yarın ne olacağı korkusuyla adaletsizliğe duyulan öfke arasında sıkışmış olan toplumun yeniden inşası, neoliberal politikalara karşı antikapitalist, feminist, ekolojist, enternasyonalist, çoğulcu bir direnişin stratejik olarak belirlenmesiyle ihtimal dahiline girebilir. Seçim elbette önemlidir; ama işçiler grevlerle, kadınlar ve LGBTİ+’lar sokakta, maden şirketlerine karşı ekolojistler dağlarda direniyorsa siyaset de dört-beş yılda bir yapılacak, koşulları yukardan belirlenen kurumsal bir oyuna da terk edilemez. Sözü edilen mücadeleleri siyasal bir potada bütünleştirmenin yolları aranmalıdır.