Geçip giden

İnsan bazen bir tuzağa düşmüş gibi hissediyor kendini. Ayağını, elini, kafasını tuzağa kaptırmış, çırpınırken buluyor nefesini. İnsanı bazen uyku tutmuyor. Geceye ayaklanıyor ve sabahlıyor içindeki huzursuzlukla.

Bilirsiniz, böyle anlarda gece içinizin parçası olur. Baş başa kalmanın huzuru ile gecenin sessizliğine düşen sesler merakınıza dönüşür. Derin derin nefes alarak, üşüyen bedende irkilen teninizi hisseder, beyninize üşüşen ayrıksı düşünceleri savurursunuz. Savurduklarınız hiçbir yere gitmez, yüreğinizi tırmıklamaya devam eder.

En çok, haksızlık duygusu hırpalar insanı.

Adil yaşamayı beceremeyenlerin, kendisinden başka hiçbir şeyi düşünmeyenlerin, kendisinden başka hiçbir şeye hayıflanmayanların ve kendisi dışında hiçbir şeyi dert edinmeyenlerin bunu nasıl becerdiğini, bunu nasıl kabul ettirdiklerini ve kurdukları o iri, o kurnaz cümleleri, sözleri, tavırları, nasıl içlerine sindirdiklerini düşünürsünüz.

Hayatın kötücül bir oyuncusu olmayı nasıl seçtiklerine, mimiklerine, sevinçlerine, gülüşlerine ve sevgilerini nasıl tanımladıklarına yükselirsiniz. Dönemine göre, insanları, kurumları ve en önemlisi gücü nasıl hesap cetvelleri içinde bir araya getirebildiklerine yorulursunuz.

Anlarsınız ki sizi huzursuz eden ve uykusuz bırakan her dert, her olay, her yaşanmışlık, onlar için kenar mahalle duygusudur. 

İdealleri yerine, çıkarlarını koymakla başlıyor belki de her şey. -mış'lı, -miş'li yaşamayı bir insanın içine sindirmesi, yani vicdanına kabul ettirebilmesi için, önce insanlığından soyunup, kötülüğü üstüne giymesi gerekir. Bunun anlaşmasını, insanın kendi içinde yapması ilk kıyımdır ve ilk kıyım, toplu kıyımların motivasyonudur.

Ne arkadaşlar arkadaştır artık, ne dostlar dost. Ne sözünüz söz, ne cümleleriniz cümle.

Her şey ve herkes olabilme yeteneğinin kalburüstü hali, bir ilişki sihirbazlığıdır çünkü. Şapkasından el hüneri ile yaşadığınız acıyı da, elinizden alınan canınızı da, gözyaşlarınızı da çıkartabilir ve kendisini seyreden hayran gözlerden kopan çılgın alkışları toplarken, acılarımız, yitirdiklerimiz ve geride kalan gözyaşlarımız seyirlik bir eğlencenin sahne dekoru oluverir.

Sahnede kendisi olacaksa ve ışıklar onun üzerinde hep parlayacaksa, kullandığı her şey, önemsiz bir dekordan başka bir şey olmayacaktır.

Üzerinden çıkardığı kostümü, sahne arkasını toplayanların suratına atıp, acıları yaşatanların, bedenleri kanatanların, yani bir parmak işaretiyle sıraya dizdiği riyakâr ilişkilerin içine koşacak ve elbette şapkasından, onların arasına kabul edilmenin ödülü olarak, bu kez kendisini çıkaracaktır.

Bazen uyku tutmaz. Geceye uyanırsınız. Zifiri karanlık içerisinde, günün içine düşen haberleri, görüntüleri, sesleri ayıklamak için uğraşırsınız. Yüreğe çöken ağırlığı söküp savurmak istersiniz lakin savurduğunuz her şey dönüp, yüzünüze çarpar.

Sıtkı sıyrılmıştır yılların ve yıllarınız yalan, dolan içinde doğruyu, hakikati anlamlandırabilmek, kötülüklere karşı direncini koruyabilmek ve temiz kalabilmek için her defasında suya, sabuna uzanıp yıkamıştır içini. Zehirli sarmaşık gibi uzanan güce ve onun aracılarına, besiye çektiklerine karşı hazır tetik tutmuştur bilincini.

Nedametsiz yaşamanın zorluğu hiç tartışmasız hepimizin karşısındadır.

Eyvallahsız olmanın bedeli, göze görünmez kılınmaktır ve elbette daha fazla göze girmek isteyenlerin en öne koşuşturmalarıyla baş etmekte değildir sorun, çünkü o kendini gizlemez, tekmilini çoktan vermiştir.

Asıl zor olan “Eyvallahsız”mış gibi yapanların, yaşananların, çekilenlerin sırtına basa basa yukarı tırmanırken,  şiddete uğrayan kadını da, tecavüze uğrayan çocuğu da, sırtından vurulan gencin acısını da, tırmandığı düzen yolunda kendisine yolluk yapmasıdır.

Gezi’den hemen sonra, kendini Yenikapı’nın en ön sıralarına atanlar, kol kola girdikleri arkadaşlarından artık selamı, sabahı kesecek, “aman” dilendikçe düzenlerini, şöhretlerini, ünlerini önden çekişli tutmaya devam edeceklerdi.

Hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi yapmakla kapatacaklardı tarihlerini. Masaya önce cüzdanını, sonra altın kaplama telefonunu, sonra son model arabasının anahtarını, gümüş tespihini ve en üste sonradan görme ruhunu bırakanları dost, arkadaş, ahbap seçecek, güce ne kadar zararsız olduklarını kanıtlayarak, “dokunulmazlık” kazanacak ve küçük iktidarlarının, küçük adamları olmaya razı olacaklardı.

Zavallılık, resmigeçitlerde, saray sofralarında, yandaş kanallarında, röportajlarda iktidara günah çıkararak yaşatacaktı kendisini. Sıraya girenler, sıraya girmeyi reddedenleri suçlayacak, düştükleri durumu yüzleştiren herkesten nefret edecek ve her gece boş mezarlar kazarak içinde uyuyacaklardı.

İbo Show’da al kırmızı bayraklı karşımıza çıkan da, Amerika’dan güç sahiplerine seslenerek, ağzını sulandıran da, bu ‘Büyük Türkiye’ fotoğrafına, “naçizane” bir katkı sunarak, “bu deveyi güdeceksin” pozunu böyle kondurdular işte günümüze.

Bazen uyku tutmaz. Geceye uyanırsınız.

Düşünürsünüz dünü, bugünü. Anlamlar bulmaya çalışırsınız. İçinize çöken sisi dağıtıp, yürek gözünüzü açmaya çalıştıkça, dağılırsınız sisle beraber.

Hizaya girenleri, anlamıyor-muş gibi yapanları, -mış'lı, -miş'li pozisyon alanları ve iri cümlelerle verdikleri pozları düşünürsünüz.

“Devir, kadraj devi bayım” diyen bir ses, bırakıp ironisini uzaklaşır.

Yaşananların tüm hesabını, birkaç insanın sırtına yükleyip çıkanlar geçer sonra öfkenizin önünden.

Öte yandan sürgünde yaşayanlara, bedel ödeyenlere ve omuzlarında taşıdıkları sorumluluktan dolayı, alınlarına düşen çizgilere, saçlara düşen beyazlara ve bir zaman kol kola girerek yürüdüklerinin selamsız, sabahsız önlerinden geçip gitmelerine baka kalır ve elbette şiirlere sığınırsınız.

“Aynı yalınlıkta ölmek isterim,

Kırda bir çiçek gibi sakin gösterişsiz…”

Bazen uyku tutmaz işte, geceye uyanırsınız mutlaka ve sabahın ilk ışıklarını toplarsınız yüzünüzde.