“Geceler tulû-i haşre kadar sürmez”*

2015’in, AKP ve Türkiye için kritik bir dönemeç olacağı önceden belliydi. Nereye dönüleceği kesin değildi. Kimin ne yapacağına bağlı olarak farklı yönlere doğru ilerlemek mümkündü.

Buraya, bugün olduğumuz yere geldik. Buraya nasıl geldiğimiz, buradan nasıl çıkacağımıza ilişkin dersler, özellikle de siyaset dersleri içerdiği için önemli. Bunlar tartışıldı, tartışılıyor ve daha tartışılması gerekiyor.

2016’nın ilk yazısında somut durumu ana çizgileriyle özetlemeye çalışalım.

1 Kasım seçim sonuçlarını ve devlet terörünü bir tür “susturucu” olarak kullanan totaliter-faşizan AKP rejimi, düzenini kurumlaştırmak, Erdoğan’a başkanlık tacını giydirmek üzere hedefleri, müttefikleri, taktikleri ayrıntılar düzeyinde yenilenmiş toplu bir saldırıya geçmiştir.

Bu saldırganlığın pistonlarından biri “durmayalım düşeriz” korkusudur.

Anaakım medya kontrol altına alınmış, “yeminli” Erdoğan karşıtı eski rejim güçleri havuç ve sopa yöntemleriyle, imhacı Kürt savaşıyla Devlet-Düzen-Tayyip (DDT) çizgisinde hizaya sokulmuştur. ODTÜ provokasyonu, rejimin ülkede kontrol dışı bir tek hücre bırakmamak üzere ideolojik-psikolojik savaşı yoğunlaştırdığının en son örneği olarak uygulamaya konulmuştur. “Anayasa arama konferansları“ fiili başkanlığın hukukileştirilmesi hedefi için bulunmuş en son manipülasyon aracı olarak devreye sokulmuştur. Yılbaşı kutlamalarına karşı yürütülen kampanya, ölen Akit yazarı Hasan Karakaya için düzenlenen devlet töreni, Genelkurmay’ın bu kişiyi göklere çıkaran taziye mesajı, devletin ve toplumun dinselleştirilmesinde gelinen aşamayı göstermektedir vb.

Bu sürece sermayenin emeğe yeni bir saldırısının eşlik edeceği kesindir. Daha şimdiden dolaylı vergilerdeki artışlarla, temel tüketim mallarına zamlarla, kaşıkla verilenler kepçeyle alınmaya başlanmış, kıdem tazminatını fonlaştırma hamlesi gündemin birinci maddesine yerleştirilmiştir.

“İç” ve “dış” dinamiklerin iç içe olduğu bir süreçten geçiyoruz. “Stratejik derinlik” tezleri boşa çıkan, yeni Osmanlıcı emperyal hevesleri terslenen, Suriye/Kürt siyaseti batağa saplanan Erdoğan-Davutoğlu ikilisi ABD’ye teslim olmuş, İsrail’le nikah tazelemiş, Barzani Kürtlüğü ile bütünleşme yolunda yeni adımlar atmış, 2015’in son günlerinde Suudi Arabistan’la “stratejik işbirliği” anlaşması imzalamıştır. Saflaşma nettir. Rus uçağının düşürülmesi olayının gösterdiği gibi, bu ilişkiler bütünü Türkiye’yi olası bir savaşın taşeronu/ tetikçisi haline getirecek tehlikeli bir yön taşıyor.

Türkiye kaynaklı Kürt hareketi ile AKP iktidarı arasındaki ilişki, “iç” ve dış” gelişmelerle uzlaşmaz bir içerik kazanmıştır. Rojava ve Türkiye’deki emekçi seküler Kürt halk dinamiği Barzani’ye alternatif hegemonya kutbu, aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ında Erdoğan’ın mutlak iktidarını tehdit eden iktidar odağıdır. Yürütülmekte olan Kürt imha savaşı AKP’nin, PKK’yi Kürt devletleşmesinin, HDP’yi Türkiye siyasetinin güçlü tarafı olmaktan çıkarma, tasfiye etme stratejisinin sonucudur. Bu gerçekler karşısında, Kürt hareketinin AKP düzeni ile bütünleştiği ya da bir süre sonra ikisinin “özerklik karşılığı başkanlık” üzerinde anlaşacakları spekülasyonlarının, en azından şimdilik, hiçbir gerçek karşılığı yoktur.

AKP iktidarı altındaki 13 yılın sonunda Türkiye siyasal ve kültürel olarak ayrışmış, dışarıdaki ve içerideki son gelişmelerle birlikte ülke, Yugoslavya, Irak, Suriye tipi etnik/dinsel eksenli bir iç savaşın, bölünmenin eşiğine gelmiştir. Daha önemlisi ve tehlikelisi, bu eşiğe, Türkiye’yi bir toplum olarak bir arada tutan bağların zayıfladığı bir ortamda gelinmiş olmasıdır.

Taraflaşmayı ve mücadeleyi etnik, dinsel kulvardan çıkarıp, emek-sermaye, düzen yandaşlığı-karşıtlığı eksenine taşıyamazsak, Türkiye’nin her yerini içine alacak kanlı bir iç savaş, toplumsal dağılış kaçınılmaz olabilir.

Taşıyabilir miyiz?    

Bu hedefin, birikim, gizil güç olarak toplumsal bir karşılığı olduğundan kuşku duymamak gerekiyor. Bu toplumda, emekçi, seküler, Kürt-Türk kardeşliğini içselleştirmiş bir birikim var. Sorunumuz bu birikimin, bugün zihinsel ve siyasal olarak hedefsiz, dağınık, umutsuz ve edilgen durumda olmasıdır. Potansiyel var; birlikte, birleşik mücadele merkezi/üssü ise bir türlü oldurulamıyor.

2013 Haziran isyanı, potansiyel enerjinin varlığını, koşullar olgunlaştığında kinetik enerjiye dönüşeceğini gösterdi. Kendiliğinden çıkışın sınırlarını da gösterdi.

Zamanını ve biçimlerini önceden bilemeyeceğimiz, yeni kendiliğinden çıkışlar için hazırlık ve yığınak yapmak gerekiyor.

“Dil farkı bilmeyiz, din farkı bilmeyiz/sanki doğduk bir anadan” diyen Avusturya işçi marşının, “milletim nev-i beşer/ vatanım ruy-i zemin” (milletim insanlık, vatanım yeryüzü) diyen Tevfik Fikret’in dizelerine yeniden can vermekle başlayabiliriz.

Bunlara can verecek olan ise, AKP gericiliğinin bugünkü temsilcisi olduğu sömürü ve zulüm düzeninin karşısına toplumsal eşitliğin, özgürlüğün, emek ve toprak kardeşliğinin, sosyalizmin bayrağıyla dikilmektir.

AKP ve düzen karşıtı birikimin dönüştürücü bir siyasal özne olabilmesi soyut “birlik”, “çözüm” ve “barış” çağrılarından çok, milyonların istem ve özlemlerini sözde ve eylemde somutlayan, şimdiden yapma ve yaptırmama erki gösteren sol/sosyalist odağın gücüne, etkisine bağlıdır. Türkiye sol/sosyalist hareketinin içinden birleşik bir hareket çıkarması en istenir olandır. Sonuç belirleyici olan ise, biçim ya da nicelik değil, siyasal, sınıfsal ve kültürel içeriktir.   

Öyleyse, bizim için strateji sorunu, aynı zamanda, komünist çekirdeğin güçlendirilmesi sorunudur.

Evet geceler sonsuza dek sürmez, sabah olur, olacaktır. Karanlıktan olabildiğince erken çıkabilmek, gerçekten güzel bir güne doğabilmek için ise günü kurtarma, durumları idare etme çemberlerini kırıp atacak taze, dinç bir sol atılıma ihtiyaç var. Ocak 2016


* Tevfik Fikret’in “Sabah Olursa” şiirinden. Başlığın geçtiği dize şöyle:

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler

Tulû-i haşre kadar (kıyamet gününe kadar-HY) sürmez.