Fontamara, Sırça Köşk ve yanıt bekleyen kadim soru: 'Ne yapmalı?'

Fontamara, “Güney İtalya’daki Marsika havalisinin en fakir, en geri köyüdür.” (1)

Ignazio Silone, Fontamara’nın giriş bölümünde, romana adına veren bu köyü, “Suyu boşaltılmış Fucino gölünün kuzey tarafında, taşlı bir tepenin üzerinde, köhne bir kilisenin etrafında yüz kadar zavallı kulübe”den oluşan “sefaletin atalardan dedelere, dedelerden babalara, babalardan çocuklara geçtiği”, değişen zamana ve iktidarlara rağmen değişmez bir yoksullukla kuşatılmış bir “hayat” olarak betimler. Fontamara, Güney İtalya’yla ilgili anlatılarda, dönem yazıcılarının sıklıkla vurguladığının tersine; mesut insanların yaşadığı, ormanlarında bülbüllerin şakıdığı, köylülerin neşeyle türkü söylediği o bahtiyar diyarlardan biri değildir.

Silone, Fontamara’da; kitabın çevirmeni Sabahattin Ali’nin deyişiyle, “Orta Apeninlerdeki Abruz dağları mıntıkasındaki fakir köylülerin, soyguncu memurlar ve halkçılığı hedef tutmayan bir rejimle mücadelesini, tüyler ürperten bir realizmle tasvir eder.” (2)

Tasvir edilen tarihin tanık olduğu en kanlı faşizmlerden birinin hikâyesidir.

Roman, Ulusal Faşist Parti’nin yönetimindeki İtalya’da geçer ama yazar bir kez bile Duce’nin ismini zikretmez. Fontamaralılar ne Duce’den ne de faşistlerden haberdardır. Fontamaralılar için dünya köylülerden ve şehirlilerden oluşan, birincilerin karın tokluğuna ikincileri beslediği, ikincilerin koydukları vergilerle birincilerin canına okudukları bir yerdir. Köylülerden bazıları içinde bulundukları sefil hayattan kurtulmak için başta Roma olmak üzere büyük şehirlere ya da yurt dışına gitme girişiminde bulunur. Gidenlerin bir kısmı hiç geri dönmez, bazısı çok uzun yıllar sonra tanınmaz bir halde, daha da yoksullaşmış olarak geri döner.

Fontamara, anlatılan karanlığa nazire yaparcasına “Işık” başlığıyla açılır. Kara gömleklilerin iktidarı yedinci yılına girmiştir. Zaman geçişlerini önemli vakalar üzerinden belleklerine kaydetmiş olan Fontamara köylülerinin dünyanın başka yerlerinde olup bitenden, daha da ilginci İtalya’da ne olup bittiğinden haberleri yoktur. Bilme haklarını “Don Circostanza”lara devretmişlerdir. Önce elektrikleri, daha sonra da çorak tarlalarını sulamak için birbirleriyle kavga ettikleri kaynak suları ellerinden alınır. Anlam veremezler. (3)

Evlilik parası biriktirmek, bir parça toprak alabilmek için büyük şehre giden ve çok uzun yıllar sonra geri dönen “Porta Pia Kahramanı Peppino Goriano”, nam-ı diğer “Peygamber”in anlatımıyla neden elektriklerinin kesildiğini, faşizmin bölgelerindeki temsilcisi, “Müteahhit” lakaplı “Şarbay”ın kaynak suyunun tamamına neden ve nasıl el koyabildiğini anlayacaklardır. (4)

“Kanunlar ne kadar çoğalırsa sefalet de o kadar artıyor. Sefalet ne kadar çoğalırsa kanunlar da o kadar artıyor. Roma sahiden dayanılmaz bir hale geldi. Havası zehirlendi. Roma’nın havası pis kokuyor.” diyerek başkentteki duruma açıklık getiren Peygamber, sözlerine şöyle devam eder: “Roma’daki bu pis kokunun menbaını hiç kimse bulup çıkaramadı. Fakat münakaşa getirmez bir hakikat var: Koku kalıyor, günden güne de şiddetleniyor. Bu sırada da polis her hafta yeni fesat cemiyetleri meydana çıkarıyor. Bütün amele semtleri geceleri binlerce silahlı adamla dolup taşıyor. Evler baştan aşağı aranıyor. Yüzlerce insan hapislere atılıyor, hiç kimse bunun sebebini öğrenemiyor. Herkes başına aynı şeyin gelebileceğini biliyor. Birçokları korkuyor. (...) Roma’da korku bir hastalık, bir salgın halini aldı. Herkesin günlerce, haftalarca paniğe kapıldığı oluyor. Sokakta yahut gazinoda birinin yüzüne sertçe bakmak, onun sapsarı kesilip oradan uzaklaşmasına yetiyor... Neden? Korkudan!..”

Hikâyenin sonradan beliren kahramanlarından biri olan Berardo Viola sorar: “Neden korkuyorlar?”

Peygamber yanıtlar: “Korkudan korkuyorlar?”

Anlatı, sadece rejim karşıtlarının değil zengin fakir herkesin çok korktuğu, faşistlerin de çok korktukları, korkuları arttıkça işledikleri cinayetlerin de arttığıyla ilgili bir hat üzerinde devam ederken köylülerden biri merakla şu soruyu yöneltir: “Hükümet kuvvetli mi peki?”

Yanıt çarpıcıdır: “Korkusu çok kuvvetli!” (5)

Köylüler, bir şeyler anlamışlardır anlamasına ama bazı şeyler açık olmasına rağmen anlaşılmazdır. Faşist güçlerin vatandaşın “haydut” olarak gördüğü Şarbay adına hareket etmesi, köylüleri dövmesi, hatta öldürmesi açık olmakla birlikte katillerin her defasında hükümet tarafından ödüllendirilmesi, Müteahhit’in orayı burayı soyarken bunları kanun adına yapması, küçük toprak sahiplerinin kiraları artırılırken büyük toprak sahiplerinin kiralarının indirilmesi anlaşılır gibi değildir.

Romandaki anlatıcılardan biri olan “ihtiyar adam”, olup bitenleri şu şekilde özetler: “Başımıza çöken bu felaketlerin hiç de yeni bir şey olmadığı, tarihte buna benzer çok şeyler görüldüğü söylenebilir. Fakat bunların üstümüze çöküş şekli hem yeni hem de korkunçtu.” (6)

Şarbayların ülkesinde devlet, imtiyaz sahibi insanların oluşturduğu çetelerden müteşekkil bir aygıttır ve söz konusu aygıtta yoksullara ve köylülere yer yoktur. Kanunlar, vergiler, jandarmalar, milisler, vergi memurları ve din adamları imtiyaz sahibi bir zümrenin çıkarlarını korumak içindir.

Hiçbir zaman siyasetle ilgilenmemiş, güçlü, kuvvetli, Fontamara gençlerinin hayranlığını kazanmış Berardo Viola, iş için gittiği Roma’da açlıktan bitap düşmüş bir haldeyken bu gerçeği idrak etmiştir idrak etmesine ama bir şey eksiktir. İsyancılara yönelik operasyonda tesadüfen gözaltına alınmıştır. Hücrede düşünürken sihirli bir sözcük keşfeder. Bu sözcük, “Birlik”tir. Aynı hücreyi paylaştığı köylüsüne şöyle der: “Birlik... Bu dayanışma, kuvvet, hürriyet demek... Toprak, kirasız toprak demek... Birlik... Ne sade bir iş... Ben ölürsem bu sözü Fontamara’ya götürmelisin: Birlik... Bu sözü herkese dağıtmalısın... Birlik... Köylüler arasındaki çekişmeler yeter. Ortada bir tek eksik var: Birlik... Üst tarafı kendiliğinden gelecektir...” (7)

Genç köylü, Berardo’nun işkencede öldürülmesi sonrasında vasiyetini Fontamara’ya taşır. “Halk töresi” ayaklanmaya işaret etmektedir. Ayaklanma çağrısını duyuracak tek sayfalık bir gazete çıkarmaya karar verirler. Gazeteye öyle bir isim seçmelidirler ki söz konusu isim atalet içindeki köylüyü harekete geçirmeli ve durumu anlatmak için söylenecek her söz ona bağlanmalıdır.

Gazetenin ismini “Ne yapalım?” koyarlar.

“Berardo Viola’yı öldürdüler!.. Ne yapalım?.. Suyumuzu elimizden aldılar, ne yapalım?.. Papaz ölülerimizi kaldırmak istemiyor, ne yapalım?.. Kanun namına karılarımızın ırzına geçiyorlar, ne yapalım?.. Don Circostanza aşağılık bir adamdır, ne yapalım?..” (8)

Sabahattin Ali, Markopaşa ve “Sırça Köşk”ün Haydutları

Sabahattin Ali’nin Fontamara çevirisi, 1943 yılında, tek parti iktidarı döneminde yayımlanır. İfade ve örgütlenme özgürlüğü açısından 1930’ların başındaki İtalya’yla 1940’ların Türkiye’si benzerlikler arz etmektedir. Kaldı ki asker-sivil bürokrasi içinde kendisini İtalyan ve Alman faşizmine yakın bulanların sayısı az değildir. Nazi özentisi ırkçı, Turancı bir çevrenin başlattığı saldırılara ideolojik bir yanıt içeriği de taşıyan İçimizdeki Şeytan romanının yankıları sürmektedir. Nihal Atsız’ın yazarı vatan hainliğiyle suçlayarak dönemin başbakanına ihbar etmesi üzerine görülen davada Sabahattin Ali, kendisini “ülkücü” addeden bir güruhun saldırısından zor kurtarır.

İkinci Dünya savaşı bitmiş, Nazi savaş mekanizması ve müttefikleri yenilmiştir. “Hürlük” ve “hürriyet” tüm dünyada olduğu gibi ülkede de en çok kullanılan sözcükler arasında yer almakla birlikte savaş yılları boyunca her türlü özgürlük arayışını boğan bir baskı aygıtı olarak işlev gören sıkıyönetim devam etmektedir. Memleketin ilerici güçleri ve Sabahattin Ali bir arayış içindedir. Orta yerde duran kadim soru aynıdır: “Ne yapalım?..”

1 Aralık 1945 tarihinde Sertel’lerin öncülüğünde Görüşler gazetesi, 2 Aralık’ta da içinde Sabahattin Ali’ye ait: “Biz irticanın, faşizmin ve faşistin düşmanıyız. Biz bu çeşit yobazın ve yobazlığın düşmanıyız. Ve biz Türk halkının ekmeğine, hürriyetine ve egemenliğine göz dikenlerin düşmanıyız” sözlerinin yer aldığı Yeni Dünya dergisi çıkar. Mevcut iktidar harekete geçer; valisi, gençlik örgütleri ve gazeteleriyle solculara yönelik bir şeytanlaştırma harekâtı başlatılır. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin gazetesinde “Kalkın Ey Ehli Vatan” diyerek vatandaşı solculara karşı savaşa çağırır. Nihayetinde, 4 Aralık’ta, tarihe “Tan Matbaası Baskını” olarak geçen organize vandallık gerçekleşir. Aynı gün Yeni Dünya, Tan, Görüşler ve ABC Kitabevi yağmalanır. Serteller tutuklanarak cezaevine konulur, Sabahattin Ali ise bakanlık emrine alınır.

“Korku” yaygınlaşmaktadır.

Memlekete ve kendisine dayatılan cendereyi kabul etmek istemeyen Sabahattin Ali, Fontamara köylülerinin sorduğu “Ne Yapalım?” sorusunu güncelleyerek Aziz Nesin’le birlikte Markopaşa adlı bir siyasi mizah gazetesi çıkarır. Siyasi muhaliflerin tutuklandığı, biat etmeyenlerin işinden ekmeğinden olduğu bir ortamda Markopaşa ve devamı niteliğindeki dergiler çok kısa bir zaman içinde başlıca muhalefet odağı haline gelir.

(Arşiv)

Sabahattin Ali sadece edebî yapıtlarıyla değil politik yazılarıyla da beğeni toplayan, çok okunan tehlikeli bir yazardır artık. Markopaşa’nın dört ayrı sayısında yayımlanan yazılar nedeniyle hakkında dört ayrı dava açılır, tutuklanır, üç ay yattıktan sonra serbest bırakılır, ardından tekrar dava açılır. Sabahattin Ali baskılara rağmen geri adım atmaz. Politik yazılarındaki kararlılığını edebî yazılarına da taşır. Halka gerçekleri daha etkili bir şekilde aktaracağını düşünerek masallar yazar. Bu masallardan biri de mevcut iktidarın halka yabancılaşmış bir çıkar grubuna dönüştüğünü alegorik bir tarzda hicvettiği “Sırça Köşk” masalıdır. Bu masalda, vatandaşı kandırarak kendilerine bir sırça köşk yaptıran haydutlar her istediklerinin yapılıyor olmasının getirdiği rahatlıkla halkın tepesine bindikçe binerler. Ancak masal bu ya; akıl satarak, kendilerini çok önemli insanlarmış gibi yansıtarak sırça köşklerinde ekmek elden su gölden yaşayan haydutlara karşı ilk itiraz da bizzat onları başlarına getirenlerden gelir. Koyunlar kesilmiş, pişirilmiş, sıra dağıtıma gelmiştir. Halk bir de bakar ki ellerine tutuşturulan koyun kellelerinin ne beyni var ne de dili. Aralarında canından bezmiş biri: “Böyle başın da bana lüzumu yok!” diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıverir. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olur: Hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada: “Şangır!..” diye koskocaman bir gedik açar. Halk her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, ellerindeki kelleleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlar, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çöker, yıkılır... (9)

Sabahattin Ali, masalı yayımlanmadan önce Sertellere okutur. Sabiha Sertel, yazarı “Sabahattin, sen bu hikâyeyi basarsan sırça köşke karşı ilk fırlatılan baş senin başın olur” diyerek uyarır. Sabahattin Ali’nin yanıtı: “Varsın sırça köşke karşı ilk atılan benim başım olsun” olacaktır. (10)

Hükümetin “korkusu çok kuvvetlidir.”

Süreç, Sabiha Sertel’in öngörülerine uygun bir biçimde seyreder. Sözünü ettiğimiz masalla birlikte toplumsal yergi içeren diğer masallarının ve son öykülerinin içinde yer aldığı Sırça Köşk kitabı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Pasaport talebi geri çevrilir. Kendi olanaklarıyla yurtdışına çıkmak ister ama gerçekleştiremez. Sırça Köşk’ün haydutları tarafından öldürülür. Sabahattin Ali’nin gövde bütünlüğünü yitirmiş cesedi, öldürülüşünden bir süre sonra, 1948 yılının haziran ayı ortalarında, Kırklareli’nin Sazara Köyü yakınlarında Öksüz Çatağı denilen mevkide bir çoban tarafından tesadüfen bulunur. Otopsi gerekçesiyle alınan cesedi bir daha ailesine geri verilmez. Şiirindeki kehanet gerçekleşir: Kendisini halkına adamış bu parlak, direşken zihnin meskeni dağlar olur. Mezarı belirsiz bir ölü olarak o çok sevdiği, şehir hayatı içinde daralıp bunaldığında gitmek istediği dağlarına gömülür.

Ne Yapmalı?

Fontamara köylülerinin İtalyan faşizmine karşı baş kaldırışını simgeleyen “Ne Yapalım?” sorusu, yirminci yüzyılın başından bu yana dünya sosyalistleri tarafından “Ne Yapmalı?” biçiminde değişik zaman aralıklarında sıklıkla tekrarlandı.

Yiğit Berardo’nun sihirli bir sözcük olarak köylülerine emanet ettiği “Birlik” sözcüğü gerek dünya çapında gerek ülke özgüllerinde, kâh “enternasyonal” kâh “faşizme karşı birleşik cephe” olarak telaffuz edildi.

Berardo’un geç kalmış uyanışının tetiklediği Fontamara köylülerinin diğer yazgıdaşlarından kopuk, başarıya ulaşmak için gerekli daha büyük birliktelikten yoksun isyanı trajik bir yenilgiyle sonuçlandı. (11)

Sabahattin Ali, halka karşı sorumluluk hisseden bir “münevver” olarak kırk haramilere kılıç çekti. Verdiği mücadele sırasında büyük ölçüde yalnızdı. Korkunun dağları beklediği bir baskı ortamında katledildi. Ve sonrasında uzun yıllar unutulmaya terk edildi. (12)

İtiraz temelleri ne kadar güçlü olursa olsun, ortaya konulan tekil direniş ne kadar kuvvetli olursa olsun başka itirazlar ve direnişlerle buluşamayan her türlü muhaliflik faşizm koşullarında hüsranla sonuçlanıyor.

Başımıza gelen bunca felaket, Fontamaralı ihtiyarın da belirttiği gibi belki yeni değildir. Bu felaketlerin üstümüze çöküş şekli de belki yeni değildir ama korkunç oldukları kesindir.

Eksik olan şeyin “Birlik” olduğu aşikar. “Üst tarafı kendiliğinden gelir” mi?

Birlik için yan yana gelmesi gerekenler şimdiye kadar yaptıklarını yapmazlarsa neden olmasın.

Bir şeyler var değişecek, önce sol içi uzak durmaları meşrulaştıran gerekçelerden başlanacak.

 

Dipnotlar:

 

1. İgnazio Silone, Fontamara, AKBA Kitabevi, 1943, s.2.

2. A.g.e., s.1, Çeviri: Sabahattin Ali. Silone, Fontamara’yı 1930 yazında Zürih’te kaleme alır. Roman, 1933 yılında İsviçre’de Almanca olarak basılır. Silone, Sabahattin Ali’nin ifadesiyle daha sonraki yıllarda “mistik bir dünya görüşüne doğru sapmaya” başlarken süreç Fontamara’nın çevirmeni için tam tersi bir şekilde işleyecek, Sabahattin Ali, “Maupassant tarzı” hikâyecilikle başladığı yazı hayatını toplumcu gerçekçiliğin kendine özgü eserleriyle taçlandıracaktır.

3. Sabahattin Ali, köylülerin kurak tarlalarını sulamak için birbirini kırmalarıyla ilgili dramatik gerçekliği, Fontamara’yı çevirmeden dokuz yıl önce “Kanal” adlı öyküsünde, köylülerin bir olup hükümete karşı ormanlarını savunma hikâyesini ise Fontamara basılmadan üç yıl önce “Bir Orman Hikâyesi” adlı eserinde anlatmıştır. (Bkz., Sabahattin Ali, Değirmen, Ayrıntı Yayınları, Ocak 2019)

4. Şarbay: Belediye başkanı. Faşistlerin iktidarında yukarıdan atamayla belediye başkanı göreviyle de donatılmış olan rejim temsilcisi.

5. A.g.e., s.106.

6. A.g.e., s.112.

7. A.g.e., s.165.

8. A.g.e., s.170.

9. Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Ayrıntı Yayınları, 2019, s. 158.

10. Filiz Ali Laslo - Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yayınevi, 1979, s. 272. (Sabahattin Ali’nin söyledikleri ve yaptıklarıyla kendisinden sonraki edebiyatçılara ilham kaynağı olduğu, Vedat Türkali’nin “Düşündüğünü söylemekten korkmaya başlarsa bir kişi, düşünmekten de korkmaya başlar” sözünü ve Kuyucaklı Yusuf romanıyla İnce Memed’i öncelediği söylenmeli ve hakkı ayrıca teslim edilmelidir.)

11. Fontamara, her şey olup bittikten sonra ihtiyar anlatıcının “Şimdi buradayız. (.....) Bu kadar sıkıntıdan, bu kadar döğüşten, bu kadar göz yaşından, bu kadar yaralardan, bu kadar kinden, bu kadar ümitsizlikten sonra: Ne yapalım?” sözleriyle biter. “Sırça Köşk” masalıysa, “Sakın tepenize bir sırça köşk kur(dur)mayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.” sözleriyle.

12. Sabahattin Ali’ye dönük unutturulma pratiğinde hızar çift taraflı işlemiştir. Devlet, Sabahattin Ali’yi yok edip ismi etrafında bir korku halesi yaratan eylemiyle asli sorumlu olarak hızarın bir tarafında yer alırken, değişik saiklerle onu görmezden gelerek unutulmasına katkıda bulunan bir kesim aydın ve “devrimci merkez” ise diğer tarafında yer almıştır. Bununla ilgili bir tartışma başlangıcı için bkz., Levent Turhan Gümüş, “Ücralarımıza Işık Düşüren Bir Büyük Yazar: Sabahattin Ali”, Virüs / Üç Aylık Kültür-Sanat ve Edebiyat Ortak Kitabı, Sayı:5, s.242-271.