23 yaşında bir üniversite son sınıf öğrencisi iken, ek formasyon dersleri alan genç bir akademisyen adayı iken, boş zamanlarında basketbol oynar iken, ülkesinin bayrağını ve Ata’sını savunmayı misyon edinmiş iken, ana ve babasından, sözlüsünden, çok sevdiği kedisinden, bütün bir geleceğinden bir bıçak darbesiyle kopartılan, ülkesinin ve bütün sevdiklerinin elinden alınan FIRAT YILMAZ ÇAKIROĞLU için …
Pazartesi günü Cumhuriyet’teki köşemde de yazdım.
Artık yazmak, çok ama çok zor geliyor!
Neredeyse kırk yıldır, bütün öldürmelere karşı ve hep hayattan yana yazıyorum. Tıpkı yıllar önce gördüğüm bir filmde olduğu gibi. Hafızam beni yanıltmıyorsa eğer, “Bir Kadın, Bir Erkek” adlı filmde olabilir. Sahne bir deniz kıyısında geçer. Kıyı çizgisi biraz uzaktadır. Ve o çizgiden neşe içinde koşan bir köpecik geçer. Ve adam kadına şöyle sorar: “Bir yangından sadece bir köpeği ya da sadece çok değerli bir tabloyu kurtarma şansın olsaydı, hangisini seçerdin?” – Kadın, hiç duraklamadan yanıtlar: “Köpeği! Çünkü hayatı seçerdim!”
Ama artık öyle olmuyor. Bir zamanlar şimdi yaşadığımız iklimde de hayata, hayatlara öncelik tanınmıştır belki. Sanırım bu, artık çok eskilerde kaldı. Uzunca bir zamandır gençlerin kurban gittiği/edildiği kavgalara ait haberler şöyle korkunç bir klişe ile çerçeveleniyor : “Görüş ayrılıkları nedeniyle çıkan kavgada … bıçaklanarak (ya da belki: vurularak!) öldü…”
O kadar.
Gençler arasındaki ‘görüş ayrılıklarının’ yüksek öldürülme riski taşıdığı bir toplum.
Ölen gençler arasında Sünni ya da Şii, sağcı ya da solcu, devrimci ya da ülkücü olmalarına göre güdülen ayrım.
Sanırım Ecel’in Türkiye şubesi sorumlusu, çoktandır pusulayı şaşırmış durumdadır. Çünkü inançlarımıza göre sadece ‘eceli gelenler’ giderler. Ve Ecel, geceleri ya da gündüz vakitlerinde, elinde belli bir isim listesiyle ‘işe çıkar’. Oysa bu iklimde çoktandır öyle olmuyor. Özellikle gençler arasında, Ecel daha kapılarına gelmeden ‘gidenlerin’ sayısı gittikçe yükseliyor. Öyle ki, Ecel, listesinde bulunanların kapılarına gittiğinde çoğu zaman Ölüm’ün ondan izin almaksızın birilerini alıp gittiğini öğrenip şaşa kalıyor.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından bu yana uzayıp giden bir liste. Bu listede sırf Devlet ‘çocuk katili’ olarak gözükmesin diye Erdal Eren gibi ‘yaşı büyültülerek’ idam sehpasına gönderilenler de var.
Ve sonra, bu kez Ali İsmail Korkmaz ve arkadaşlarına kadar uzanan bir zincir. Bu toprakların tarihinde ilk kez hiçbir ayrım yapmaksızın hayattan ve o hayatı özgürce yaşamaktan yana çıkan Gezi Direnişi gibi görkemli bir eylemde hayatlarından olan gençler.
İktidar hırsıyla gözü dönmüşlerin adlarını ağızlarına almadıkları, bir rahmet okumayı çok gördükleri, rahmet okumak yerine meydanlarda topladıkları halka analarını yuhalattırdıkları gençler.
Ve şimdi bu zincirin son halkası. 23 yaşında bıçaklanarak öldürülen Fırat Yılmaz Çakıroğlu.
Ölen adların hepsinin arkasında yarıda kesilmiş hayatlardan sahneler vardır. Belki çoğu zaman yalnızca ‘olay’ yanına saplanmayıp biraz daha üzerlerinde düşünsek, bu ölümleri de azaltabileceğimiz sahneler.
Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinden biri, yerde yatmakta olan gencin kafasına üç tekme daha atmış. İyice ölsün diye. Bundan bir gün önce arkadaşları Eskişehir’de, Ali İsmail’in yeni evindeki odasını hazırlamışlar. “Yatağını da yaptık…” diyordu annesi, “ama oraya hiç yatamadı…”
Fırat Yılmaz’ın ise çok sevdiği bir de kedisi varmış.
Ayrıca, basket oynuyormuş.
Ailesinin tek çocuğu.
Annesiyle babası, bundan böyle oğullarının eline hiç alamayacağı spor çantasını gördükçe ne düşünecekler acaba? Bu anlamsızlığa hayatlarında bir yer bulabilecekler mi?
Ya kedisi? O ne yapacak?
“Kediler nankördür, oysa köpekler sadıktır” masalını, sırf özgürlüklerine düşkünlükleri yüzünden kıskanıp kedilere kara çalmayı bir yana bırakalım. Çünkü kediler de severler ve bağlanırlar. Üstelik kendilerini sevdirirler de. Ama köpeklerden farklı olarak, yalnızca uygun gördükleri sürece.
Evet. Ne yapacak şimdi Fırat Yılmaz’ın kedisi?
Ve bizler, yani Fırat Yılmaz’ın hayatını çaldırmış olanlar, ne yapacağız “ölen ile ölünmez, hayat devam ediyor…” şeklindeki o nakaratla geviş getirmekten başka?
Hayatı ve onu özgürce yaşama hakkını korumak için gerçekleştirilmiş o Gezi Direnişi’ne ne zaman gerçek anlamda layık olabileceğiz?