Filipinli Balıkçılar’dan İsmail Saymaz’ın Fıtrat’ına…

Endonezya, Malezya ve Papua Yeni Gine arasında kalan Mercan Üçgeni (Coral Triangle); türlü su altı güzelliklerinin yanı sıra bir başka özelliğinden dolayı da son derece ün kazanmıştır. 

Pa’aling adı verilen balık yakalama yöntemi Mercan Üçgeni’nde yıllardan beri Filipinli balıkçıların uyguladıkları, dünyanın en tehlikeli balık yakalama yöntemidir. Teknede bir kompresör bulunur, bu kompresörden bildiğimiz plastik bahçe hortumlarına sürekli hava verilir, bu hortumların ucunu ilkel bir şekilde ağızlarına takan balıkçılar birlikte suyun altına dalarlar. Balıkçılar toplu olarak bir balık ağını tutar, gererler, diğer taraftan bazı arkadaşları da o sırada geçmekte olan balık sürüsünü kompresörden gelen hava kabarcıklarıyla kovalayarak balık ağına doğru kaçmalarını sağlar, balıklar ağın içine yaklaştıkları anda ağı tutmakta olan balıkçılar bir anda ağı toparlamaya ve hızla yukarıya çıkmaya başlarlar. Yüzlerce balık ağın içindedir ve yakalanmıştır. Bir teknede yaklaşık 25 balıkçı olur ve bunlardan bir kısmı çocuktur! Balık ağı toplanırken eğer bir balıkçı ağın içinde kalırsa bu onun için ölümcül bir sondur, zar zor ağdan kurtulup çıkmaya çalışır, ama hızlı davranıp yukarıya çıkarken de vurgun yer. Balıkçıların büyük bir kısmı hızlı davranmak, balıklarla dolu ağı hızla yukarıya taşımak zorundadır ve bu da vurgun yemelerine neden olur. Denizin dibinde, ağızlarında bahçe hortumuyla vurgunun etkisini azaltmak için arkadaşlarının sırtlarına dizleriyle, dirsekleriyle masaj yapan balıkçılar görülür her dalış sırasında. Ölüm, felç ve genel dolaşım bozuklukları Filipinli balıkçılar arasında son derece yaygındır. 

 

 

 

Fotoğraflar için kaynak: http://humanplanet.com/timothyallen/2011/01/pa-aling-fishing/

 

Çok daha çarpıcı fotoğraflar için http://thecoraltriangle.com/stories/these-men-dive-up-to-40-metres-for-fish-with-nothing-but-a-hosepipe-to-keep-them-alive sitesini ziyaret etmenizi öneririm. 

 

Hortumlara hava sağlayan kompresörler eski, balıkçıların maskeleri yetersizdir. Öte yandan balık rezervlerini giderek azalttığı için de doğal bir felakete de yol açmakta, balık tutmak gün geçtikçe zorlaşmaktadır. Bu yöntem resmen yasaklanmasına karşın (yasaklanma nedeni işçilerin sağlıkları değildir) hala göz yumulmakta ve uygulanmaktadır. Yaklaşık 40 metre veya daha fazla derinliğe oksijen tüpü, uygun maske ve yeterli ekipman olmadan dalan Filipinli balıkçılar kazandırdıklarıyla kıyaslanmayacak kadar düşük ücretler almakta, yaşamlarını her dalışta göz göre göre tehlikeye atmaktadır. Yukarıda da söylediğimiz gibi hızla yukarıya çıkarken yedikleri vurgundan dolayı, en hafifinden baş ağrısı, genel ağrılar yaşamın bir parçasıdır. Felç veya kimi zaman felç sonrası bir organın kesilmesi on yıllardır sıkça görülür. Ne kadar da ilkel, ne kadar da inanılmaz 21. Yüzyılda böyle bir çalışma tarzı değil mi?

İnsan gerçekten inanamıyor, farklı bir dünyada, bir belgesele ancak konu olabilecek bu çalışma tarzı karşısında dehşete düşüyor. Çok uzak ve çok ilkel geliyor, bizden çok uzakta, bize hiç uğramayacakmış gibi… Oysa aynı ilkellik biz de de madenlerde, atık su tesislerinde, inşaatlarda her yerde yaşanıyor. Filipinli işçiler denizin dibinde hava solumaya çalışırken, Muğla’da “ben bu ellerle bok temizliyorum” diye haykıran Mevlüt Özbakar ve arkadaşları hemen hemen aynı ilkelliğin kurbanı oluyor.

 

İlkellik ve cinayet ülkesi Türkiye!

Öyle belgesel falan izlemenize gerek yok. O kadar çarpıcı, ilginç de gelmeyebilir size Akfen Holding işçileri, Soma işçileri, Şirvan’da toprak altından haftalar sonra çıkarılan işçiler… Özellikle de bir sayı haline geldiğinde, şu kadar en az işçi yaşamını yitirdi, sakat kaldı dendiğinde hiç ilginç gelmiyor. Dava dosyalarını okuduğunuzda ise daha da sıkıcı değil mi? Ama İsmail Saymaz, tamamen dava dosyalarından ve yaptığı röportajlardan yola çıkarak iş cinayetlerinin ardındaki insan öykülerini de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda ilkelliği, aynı zamanda işleneceğini herkesin bildiği cinayetleri, insanlık dışı yaşam koşullarını, elleriyle bok temizleyenleri!!!

“Izgaralara katı atıkların takıldığı olurdu. Bu durumda, halatlı ızgara denilen “elevatör” adlı mekanizmanın devreye girmesi gerekiyordu… Ancak bu cihaz dört yıldır bozuktu… Izgara tıkanırsa Özbakar kasığına kadar çektiği çizmeleri giyiyor, sabitlenmiş demir merdivenle kuyuya iniyordu. Kuyu dibindeki katı atıkları elleriyle toplayıp 25 kilogramlık plastik kovaya dolduruyordu”

“…Özbakar’ın pislik temizlerken kuyuda fenalaştığı ve aralıksız kustuğu olmuştu”

“…iki ustanın zehirlenmemek için ayran getirdiğini öğrenmişti.”

“Gaz ölçüm cihazı da yok, gaz maskesi de”

Özcan Kurt’un öyküsü de çok ilginç gelmeyebilir oğlu Şenol’un da, ama Saymaz akıcı diliyle suratımıza çarpıyor rezil gerçekliği:

“ÇSGB, faciadan yaklaşık altı ay önce, 9 Haziran 2009’da ocakta yaptığı teftişte, havalandırma sisteminin kurulmadığını, işçilerin gaz maskesi taşımadığını, vardiyalarda gaz ölçümü yapılarak deftere yazılmadığını, gaz ölçümü yapan ve sesli ikaz veren cihazın bulunmadığını tespit etti”

İnşaat şantiyelerinden, tersanelere, enerji sektöründen, madenlere. Türkiye kapitalizminin son 10-15 yıl boyunca “lokomotif”i olmuş sektörler ve en çok cinayetin işlendiği sektörler! Basit öyküler var, soğuk dava dosyalarından çıkıp bir bir anlatıya dönüşen, okudukça “bu kadar da olmaz” dedirten öyküler. Kitabın sonunu merak edenlere söyleyelim, İsmail Saymaz kızmaz sanırım; kitabın sonunda isyan var, isyan edeceksiniz, lanet okuyacaksınız…