Bir zamanlar neo-con Richard Perle’e Karanlıklar Prensi deniyordu, şimdi bir Karanlıklar Meclisi’miz var. İç güvenlik yasası dediler, artık usul olduğu üzere “geceyarısı meclisi”nden geçirdiler. Davutoğlu “artık sokağa çıkıll-mayacak” ve tekel medyası “amman, dışarı çıkmayın” buyurdu. Sonu gelmez provokasyon uyarıları bu yıl da eksik olmadı. Aman ne tantana ve işte, 1 Mayıs’a kadar sürmüştür. Elbette ellerinden geleni artlarına koymadılar. Polis damlarda eylemci, “sopalılar” halka kapalı sokaklarda işçi avındaydı. Koyamazlar; faşizmin terörü, kendisi terörize olmuş bir sınıfın ve iktidarın uygulamasıdır, kendilerini muhtaç hissediyorlar. Ancak 1 Mayıs, umutlarını bağladıkları “güvenlik paketlerinin” hükmü olmadığını göstermiştir. Generalleri, rektörleri dahi senelerce hapis yatmış ülkede cezaevi ve gözaltı tehdidinin bir karşılığı bulunmuyor. Gençler bir staj sayıyor; insanlar onca gaza, tomaya, tehdide rağmen sokaklarda. Yeni Türkiye mi diyorlar, işte Yeni Türkiye sokakları: Marşı, şimdi yeni adıyla, “Zorbalar kalmaz gider” marşıdır.
Ben bunları yazarken sosyal medyada “faşizm!” başlıkları atılıyordu; bu tür başlıkları yılgınlık üretebilmek için atanlar varsa, boşuna atıyorlar. Faşizmin terörü gerçektir ve acımasızdır, ancak direnç olduğu için vardır ve kıramamıştır. 1 Mayıs 2015, emekçi halkın ve emekçi halk sevgisinin, faşizmin terörünü yendiği bir gün olmuştur ve şimdi zorbalar düşünsün, devamının geleceğinin göstergesidir. Ancak faşizmin terörü ile faşizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Daha yolumuz var.
Politik mücadele
İtalya’da faşizm üzerine çalışan isimlerden David Beetham, İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) faşizm karşısındaki yenilgisinde, partinin faşizmi erken aşamalarında önemsememesinin ve ardından, önemsediğinde, faşizmi yalnızca “burjuvazinin hukuk dışı askeri gücü” olarak görmesinin etkili olduğunu söyler. Beetham, İtalyan Komünist Partisi’nin bu tarihte, bir askeri güç uygulaması olarak gördüğü faşizme o dönemde kendi silahlı gücüyle karşı koyabilecek durumda olmadığını ve sonuçta, yalnızca bu verileri temel almakla yetindiği için en büyük hatasına imza attığını yazar: PCI yiğit bir direniş sergilemiş, ancak askeri olarak karşı koyamadığı faşizme politik olarak da karşı koy(a)mamıştır.
Demokrasi versus faşizm
Başka bir dönemde, başka bir coğrafyadayız; Türkiye’de sosyalist solun önemli bir kesimi, faşizmi yalnızca bir askeri güç/polis gücü/palalılar uygulaması olarak görmeyi bırakalı epey oluyor. Demokrasi ile faşizmi burjuva devletinin, aynı devletin, iki ayrı hareketliliği olarak görüyoruz ve aradaki fark hız farkıdır. Demokrasi, uygulandığında, kuvvetler ayrılığı ve gelişmiş örneklerinde iki meclisli sistem ile, yasama ve yürütmeyi yavaşlatıyor; yavaşlama, toplumun çeşitli kesimlerinin kendi yönetimlerini belirleyen yasaların oluşturulması ya da uygulanması konusunda bilgilendirilmesini, dolayısıyla katılımın ilk aşamasını ve belli bir denetimi getiriyor. Faşizmi ise, Türkiye’de pek iyi biliyoruz.
Freni patlamış faşizm
İslamofaşizmi, başkanlık sistemi tartışmalarından, iç güvenlik yasasından çok önce tanıdık. Öyle bir düzendi ki hiçbir engel tanımadan uygulamaya çalıştıkları, Karanlıklar Meclisi, Bakanlar Kurulu’nun, görevi yürütmeyi denetlemek olan yüksek mahkemelerin kararlarını yok sayabileceğini söyleyen “yasa düzenlemelerine” imza attı. Sadece bir örnek, SEKA Balıkesir’i ve ETİ Alimünyum’u, Tüpraş’ı ve Çeşme, Kuşadası limanlarını özelleştirme kararlarından söz ediyorum.
Kolay despotizm
Peki, ama her türlü akıl, mantık sınırını aşan bu trajikomedi sahnelenirken, bir yirmi birinci yüzyıl dekoru olarak mecliste bulunan muhalifler ne yapıyordu, hatırlayan var mı? Hatırlamayan çoktur, hatırlatalım: CHP Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve Karanlıklar Meclisi bu kez de AYM kararını tanımamak için “yasa düzenlemesi” yaptı. Peki, Türkiye’de yukarıda anlatılanlardan gerçekten haberdar olan kaç kişi var? Muhalefetin görevi yalnızca dilekçe vermek mi? CHP, diğer muhalefet partileri, tabanlarını nereye saklıyor? Bir taraf hukukun her türünün göz göre göre üstünde tepinecek, diğer taraf temel demokratik hakkını bile kullanmadan olup bitenin üstünün kapanmasını izleyecek. Muhalefet böyle iken, despotizm pek kolaydır.
Muhalefete ‘rağmen’
Şimdi mi, yüksek mahkemelerden geriye kalan söz konusu olduğunda, iktidar artık by-pass yoluna dahi gitme gereği duymuyor ve Danıştay 8. Dairesi’nin çıkıp ortaöğretime türban serbestisi onaylamasını izliyoruz; henüz daha anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinden “Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir” maddesini kaldırabilmiş değiller ama Yeni Danıştay’a hukuk ne ki, “ortaöğretim imam-hatipleştirileceeek”, ferman padişahın ve onay gecikmiyor. Anlaşılan, Alevi katliamlarını lokumla kutlayanlar, kutlamalarında çocuklar eksik kalsın istemiyorlar. Peki, Danıştay ortaöğretimin imam-hatipleştirilmesi fermanını hayata geçirirken, muhalefet nerede, ne yapıyor? Demirtaş Din Alimleri derneğinde “diyanet dışı din açılımında”, CHP’nin altı okunu atmasıyla boşalan yere kadın kotasından soktuğu Bekaroğlu “anayasa değişikliğinde AKP ile işbirliği” türkülerinde, ve hep tekrarlamak gerekiyor, öyle ise despotizm çok kolaydır, ve bugün sallanıyor ise muhalefet sayesinde değil, muhalefete rağmen sallanıyor. Sallayan, eninde sonunda, Gezi’dir, sermaye ve Amerika’nın yönetememe korkusudur; sallayan, bayrağını iktidarın elinden kapıp sokaklara taşıyan halktır.
Elbette, ferman padişahınsa dağlar, damlar, alanlar bizimdir; 1 Mayıs önlerindedir ve iç güvenlik paketinin kendisini ciddiye almamak gerektiğini göstermiştir, ancak paketin meclisten geçirilişini gene ciddiye almak gerekiyor. Bir günlük renkli, gürültülü meclis gösterisinden yalnızca günler sonra paket aynı mecliste sessiz sedasız kabul edilmedi mi? Üstüne Bülent Arınç çıkıp, “HDP gerçek ses çıkarmayacak,” diyecek cesareti kendinde görmedi mi? Tekrar tekrar, yorulmadan sorulması gerekiyor.
Oy tartışmasının ötesinde
Sokaklar bizimdir, ancak bu son bir soru sormamızı engellemiyor. Faşizmle, politik düzlemde nasıl savaşacağız? Yaklaşan seçimlerin de etkisiyle tartışma, HDP’ye oy verilecek mi verilmeyecek mi, eşiğine sıkışmış görünüyor ve buradan hızla çıkmak zorundayız. İsteyen istediğine oy versin, çağrılar, yazılar ve tartışmalar zaten eksik değil; ancak, son dönemde, bu sitede pek çok yazıya yansıyan AKP’yi geriletmek için ne yapacağız sorusunun sosyalistler için yanıtı, çok açıktır ki, HDP’ye oy verip vermemenin çok ötesinde olmalıdır.
Gençliğimizi lokumculara vermeyiz
Önümüzde ortaokulların imam-hatipleştirilmesi var. Ülkenin en yakıcı sorunlarından birinin laiklik sorunu olduğunu, ülkede çok ciddi bir laiklik talebi olduğunu, bunu meclis içi muhalefetin bu talebi yükseltmediğini ve bu ülkenin sosyalistlerinin, Haziran hareketinin yükselttiğini biliyoruz. Şimdi bu talebin, gecikmeden ve daha yüksek sesle yeniden ve yeniden gündeme getirilmesi, ve seçim bildirgelerine “laik eğitim” sözlerini koyan tüm muhalefet partilerine de bu talebin yükseltilmesine açık ve ciddi destek verme zorunluluklarının hatırlatılması zamanıdır.
Ufukta beklediğini açıkça gösteren anayasa savaşı ayrı, ve sonraki yazılarımızda bıraktığımız yerden alacağız. Ancak aynı muhalefet partileri, çeşitli ortamlarda bir de iç güvenlik yasasına ve seçim barajına, yargının yürütmenin elinde olmasına, ve hatta özelleştirmelere karşı olduklarını da açıklamışlardır; öyle ise, seçimlere giderken bu açıklamalarının arkasında durmalarını talep etmek tabiidir. Durmazlar mı diyorsunuz, siyaset boşluk tanımaz ve sosyalistler bu mücadelelerin hiçbiri için onları beklemez.
“Zorbalar kalmaz, gider…” Yeni Türkiye şimdi, 1 Mayıs 2015 sokaklarındaki ezgidir. Duyuyoruz. Duyuyoruz, söylüyoruz, kuracağız. Bu karanlıklar düzeninin emekçi halktan çaldığı her şeyi geri alacağız!