Farkındalık, tanınma ve kimlik siyasetlerine karşı yeni bir “işçicilik” mi?

Emekçi kadının fetişize edilmesi, rejime rengini veren siyasal konuların paranteze alınmasına yol açar. Cinsiyetlendirilmiş de olsa dar bir sendikal perspektif, sınırlı bir sermaye sınıfı düşmanlığı, depolitize edilmiş bir ataerkiyle kavgadır buradaki.

Ebru Pektaş

Kadın hareketinin dünyada ve Türkiye’de, özellikle 2008’den bugüne daha net gözlemlenebilen bir yörüngesi var. Elbette krizler, halk ayaklanmaları, sokak eylemleri içinde bağlam kazanmış bir yörüngedir bu. Böyle olması bu “yörüngeye” bir eleştirilemezlik kazandırmıyor kuşkusuz. Aksine bu “yörüngenin” kimi eğilimlerini eleştirmek bir imkan barındırabilir.

Eleştirimiz, kadın hareketini kendi maddi temellerinden, emek ve beden siyasetinden koparan, uzaklaştıran eğilimlerle ilgilidir. Bu eğilimlerde, farkındalık ve tanınma ekseni vardır, söylem savaşları vardır, tüm odağını “dil polisliğine”, kavram bükücülüğe ya da “cinsiyet rollerini değiştirmeye” ayarlamış siyasetler vardır. 

Daha kötüsü bu yörüngedeki kimi “içini boşaltma” girişimleri, egemenler için de kullanışlı bir bağlam yaratmıştır. “Kadın mücadelesi” emekten uzaklaştığında, öyle bir bağlam deformasyonu yaşanmaktadır ki burada artık kapitalist şirketler bile “feminist” hale gelebilmektedir. Fabrikalarında kadınların tuvalet haklarına karışan şirketler, 8 Martlarda çağdaş, kadın-dostu bir imaj sergileyebilmektedir vs.

Yine de bahsettiğimiz yörüngenin post-materyalist uzanımları, “emeği” kenara itme ya da onu bir çeşniye dönüştürme pahasına, “özgürlükler alanına” belki de doğası gereği daha yakın durmuştur.

Çok daha az görünen başka bir eğilim de “özgürlükler alanını” “emeğin” türevi olarak gören eğilimdir. Bunu sınıf siyasetinden bambaşka bir anlama sahip olan bir tür işçicilik olarak görmek mümkün. Bu kez özgürlükler, yaşam tarzı sorunları, laiklik gibi konular, fabrikadaki “emekçi kadın” için suni gündeme dönüşür, “büyük siyasetin” konuları emek sürecine sokulmaz. Emekçi kadının fetişize edilmesi, rejime rengini veren siyasal konuların paranteze alınmasına yol açar. Cinsiyetlendirilmiş de olsa dar bir sendikal perspektif, sınırlı bir sermaye sınıfı düşmanlığı, depolitize edilmiş bir ataerkiyle kavgadır buradaki.

Bu hat böyle olsa da kadın hareketine en azından siyasetin materyalist zeminini hatırlatmaya doğası gereği daha yakındır. Bunu ne ölçüde başarabildiği, ne kadar kendini duyurabildiği ayrı bir tartışma konusudur.

Bu şekilde kalın çizgiler üzerinden takip ettiğimizde diyebiliriz ki emek temeli ile özgürlükler alanı arasındaki bağ etkin biçimde kurulamamaktadır. Kimileri için emek, sınıfsallık, kapitalizm, sömürü gibi kavramlar partiarkayı örtmektedir. Kimileri için de sömürü ilişkileri dışında ezilme biçimleri, özgürlükler sorunu, ataerkil baskılar, temeldeki "sömürüyü" örtmektedir.

Elbette birbirine simetrik ya da eş ağırlıkta iki eğilimden bahsetmiyoruz. Kadın hareketini farkındalık, tanınma ve kimlik siyasetleriyle kuşatmaya çalışan eğilimler belirgin biçimde ağırlıktadır.

Yine de sorun tüm yakıcılığı ile ortadadır.

Zira emek ile özgürlükler alanı arasında politik dolayımları mümkün kılan, bütünselci bir hat kurmak hiç olmadığı kadar önem kazanmıştır. Örneğin tüm mücadelelere, sokakları, mahkeme salonlarını terketmemelere rağmen İstanbul Sözleşmesi "yenilgisi", seçim arifesinde olan bir ülkede sorgulanmayı hak etmektedir. Bizce bu sorgulamaların varacağı yer "bütünsel siyasete duyulan ihtiyaç" olmalıdır.

Bu bütünsel siyasetin bugünkü gibi bir krize yanıt üretecek en önemli araçlarından biri kamuculuğu yükseltmektir.

Ayrıntılarına ilerleyen yazılarda değinmek üzere bir örnek verip bitirelim.

Örneğimiz “kreş hakkı”. Bugün ülkemizde kreş hakkı konusu basit bir sendikal talep midir? Kreş hakkını "büyük siyasetin" konularından bağımsız düşünebilir miyiz örneğin?

Eğer son altı yılda 4-6 yaş arası yarım milyon çocuğumuz kuran kurslarına gönderilmemiş olsaydı, olmayan kreşlerin yerini ucuz ya da ücretsiz kuran kursları doldurmamış olsaydı "kreş hakkını" sendikal sınırlar içinde ele alabilirdik tabii. Dolayısıyla bugün “kreş hakkı” demek aynı zamanda “laiklik” demektir. Orasına burasına şerh koymadan laikliği savunamayan biri, işyerine kreşi isteyebilir ama kamucu ve bütünsel bir talep olarak kreşi savunamaz.

Devletin verilerine göre 13.3 milyon kadın, çocuk bakma yükünden, ücretsiz bir kreşe ulaşamadığından iş bile arayamıyorsa, kreş yalnızca kreş değildir. Erkek şiddetinin gemi azıya aldığı bir ortamda milyonlarca kadın işsizse, baba-koca eline bakmaya mahkumsa, evdeki tiranlığa hapsedilmişse, kreş yalnızca kreş değildir.

Dolayısıyla laiklik ile bakım hizmeti talebi, bakım hizmeti mücadelesi ile kadının çalışma hakkı, “ekonomik bağımsızlık” ile özgürlük ve yaşam tarzı sorunları arasında hayati bir bağ vardır. Kamuculuk perspektifinde olduğu gibi tüm bu bağları kuracak olan emeğin cinsiyetli yüzü ile özgürlükler alanını bütünleştirecek bir siyasal hattır.