"Evet, bu ülke çok cefa çekti. Yanan şehirler, mübadele, katledilen Rumlar, Yahudiler, aydınlar, sürgüne gönderilenler, vatan haini damgasını yiyenler, darbeler, basına sansür, 6-7 Eylül olayları, idam edilen fidanlar, Maraş, Çorum, Sivas, işkenceler, gözaltında kayıplar, radikal yapılanmalar, bir araba kazasıyla ortaya saçılan devlet- suç örgütü birliği, faili meçhuller vardı. Bu ülke hiç huzurlu günler yaşamadı, evladım. Ama şimdi bunlara yaşam biçimi haline gelen yolsuzluk ve hırsızlık, ne zaman patlayacağı öngörülemeyen bombalar, parçalanan bedenler, katledilen bebekler, arsız yöneticiler de eklendi. Bu ülke eskiden de çok yara aldı ama artık her şey viran oluyor, Uğur Dündar haftada bir fırın baskını yapar, olay olurdu, memleket çalkalanırdı, şimdi tüm ülke fırın, vatandaşlar odun oldu, evladım. Patlamaları havai fişek sanmazdık, toprağını, hayatını, geleceğini korumaya çalışan köylüyü de göz ardı etmezdik. Pek anlamasak da pazar günleri yayınlanan klasik müzik konserini dinler, Adile Naşit'i, Münir Özkul'u severdik, en azından çiğdem çitleyip evlilik programı izlemezdik," diyor alt komşumuz Hayri Amca. Ve ben içlendikçe içleniyorum. Karşılıklı çayımızı yudumlarken onun çizgilerle dolu yüzüne bakıp düşüncelere dalıyorum.
İkinci Dünya Savaşı biterken Berlin bombalandığında Alman halkı çok şaşırmıştı. "Toplama kamplarını yaratan biz değildik, oralarda neler olup bittiğinden bihaberdik. Bunu yapan Nazilerdi. Neden bizi cezalandırıyorsunuz?" demişlerdi. Toplumlar da bazen bireyler gibi duymamayı, görmemeyi, konuşmamayı tercih eder. Kimi tamamen susar, kimi şizofrenik bir serenada kapılıp gider, kimi de parmaklarını klavyede tıkırdatıp birlik beraberlik modunda bir vecizeyi, özlü bir sözü sanal ortamda paylaşarak terörü lanetler. Sonra televizyon açılır, çaylar demlenir, meyveler dilimlenir, Survivor izlenir. İnsanların acısını paylaşıyormuş gibi davranıp bir süre sonra hiçbir şey yaşanmamış gibi devam ettirilir rutinler. Suriye'den gelen bir mülteci de şöyle demişti: "Ülkemizde ara sıra bombalar patlıyordu, aldırmıyorduk. Sonra bir gün evlerimize de bombalar yağmaya başladı." Hiçbir şey biden bire olmadı, her şey yavaş yavaş ama kendini göstere göstere geldi. Ve çocuklarına onurlu bir gelecek bırakmak için sokaklara çıkan insanların dışında kimse bunu görmedi. Şimdi kimileri zaman zaman şaşırıyor olanlara, yaşananlara. Biz de şaşırmanıza şaşırıyoruz.
Ülkenin kalbini etkileyen bir terör saldırısında, ambulanslardan önce yayın yasağı geliyorsa, o ülkede vatandaşın haber alma özgürlüğü yoktur. Terör; Millet Meclisi'nin, askeri mercilerin burnunun dibine kadar girebiliyorsa o ülkede güvenlik yoktur. Bir ülkede insanlar 'Acaba başıma bugün bir şey gelecek mi?" kaygısıyla yaşıyor ve yüreği ağzında geziyorsa o ülkede yaşama hakkına saygı yoktur. Dahası bunca ciddi, kanlı ve korkunç olaylara rağmen saldırılar ancak 'kınanıyorsa' hayasızlık diz boyudur. Ayrıca bu tür saldırılar standart toplumlarda ortak refleksler oluştururken Türkiye'de daha çok kutuplaşmaya ve ötekileştirmeye yol açıyor. İşte arkasında ABD bayrağı dalgalanan muhabir de bu esnada "Türkiye'nin Suriye üzerindeki politikası bir süredir eleştiri konusu oluyor. Terör saldırıları artık uluslararası bir boyut kazandığı için Türkiye'nin bunun üstesinden tek başına gelmesi strateji uzmanlarınca mümkün görünmemektedir," deyiveriyor.
Hoffmann'ın Kedi Murr'u "İki ayak üzerinde yürümek bu kadar önemli bir şey mi ki, kendine insan diyen cins, sağlam bir dengeyle ortalıkta dolaşan biz dört ayaklılar üzerinde hakimiyet kurma hakkını kendinde görüyor? Fakat bildiğim bir şey varsa, kafalarının içinde bulunduğu iddia edilen ve adına akıl denen bir şeye dayanarak kendilerini önemli buluyorlar. Bununla ne kastettiklerini tam olarak gözümde canlandıramıyorum ama efendimin ve velinimetimin bazı konuşmalarından çıkardığıma göre akıl, bilinçli davranmak ve aptalca oyunlara kalkışmamak yeteneğinden başka bir şey değil..." (Hoffmann 2016: 20) diye mırıldanıyor. Nerede bu yetenek? Nerede bu akıl? İçim yanıyor. Bu ülkenin çocukları, geleceği için korkuyorum. Şiddetle tasarlanan kanlı, kirli siyaset nedeniyle insanlarımız 'istikrarlı ' bir biçimde ölüyor. Kendini ölümsüz zannedenler Saturnus misali çocuklarını parçalayarak yemek istiyor ama nafile. "Baskı ne kadar ağırsa, buna karşı koyan kuvvet de o kadar şiddetlidir, okun yayı ne kadar gerilirse atış o kadar vurucu olur!" (Hoffmann 2016: 105) Ey okur! Sanma ki 'Huzur' Türkiye'de yalnızca bir roman adı olarak kalacaktır!
*Kedi Murr'un Hayat Görüşleri, E. T. A. Hoffmann, Çev: Bilge Uğurlar & Türkis Noyan, Can Yayınları, Ocak 2016