Evrenin Islığı’nda ben’le biz’in kavgası

Özkan Mert’in yeni şiirlerinde ben’le biz’in arasında çelişkiler, soğukluklar, aşılması zor bir yabancılaşma dışavurur. 68’in şairi, “Kuracağız Her Şeyi Yeniden” diyerek, koca bir biz’le yola çıkmıştı. Ben, bu biz’in içindeydi, onun önünde koşuyor, sözcülüğünü üstleniyordu. Delişmen gençlik, hülyalı ve umutlu gelecek kurgusu, toplumsallık coşkusu ben’le biz’i verimli biçimde buluşturmuştu. Eylemli Türkiye toprağında, şiirin sesi de yüksek ve pürüzsüz akıyordu. Toplumsallığa ve tarihsel sürece belki de en duyarlı ve bağımlı sanat olan şiir, Nâzım Hikmet’in şiirinin özgürleştiği, 40 Kuşağı’nın yeniden doğduğu günlerde, 68’in rüzgârını taşıyordu.

YERYÜZÜ ŞARKILARI'NDA İNSANLIK

Sonra gerici sermaye darbeleri geldi; bir başka devrimci şairin, Kemal Özer’in deyişiyle “araya giren görüntüler”, şiirin coşkulu sesini, yenilginin hüznüyle kıstı. İroninin eksensiz bulamacıyla boğdu. İkinci Yeni’nin kapalı ve korkak şiirini yeniden hortlattı. 68 Şairleri,“şiir manifestolarında” İkinci Yeni şiirini red’le yola çıkmışlardı. Bu şiirin ikinci sınıf kopyaları yeniden egemen şiir katına çıktı. Özellikle 12 Eylül’den sonra Türk şiirine suikast diyebileceğimiz bir şiir salgını ve küçük burjuva şairler kuşağı sahneyi belirledi. Şairin dizesiyle yazarsak, günümüz şairleri, “Şimdikiler gazı alınmış gazozlar.” (s.75) oldular.

Özkan Mert, bu süreci sürgünde yaşadı. Sürgün duyarlığı ve yaşamla verimli alışverişi, onun şiirini araya giren görüntülere teslim olmaktan korudu. Darbe gerçeğiyle sürgüne çekilen şiir, onunla hesaplaşmasını sürdürürken, dayanaklarını yaşamın zenginliğinde bulmuştu. Özkan Mert, devrimci öznenin, halkıyla, biz’le coşkulu buluşmasından alıkonmasının şokunu, şair öznenin dünyaya açılmasıyla, insanlığa doğru yürüyerek atlattı. Sürgün duyarlığından “Yeryüzü Şarkıları”na yürüyen ve dünyayı kucaklayan bir şiire vardı. Bu şiirde bütün dünyadan izlenimler ve insanlıktan izler buluruz. Ben’le biz arasında diyalektik bir ilişki vardır. Yaşamın zengin ayrıntıları, yeryüzünün nehirleri, dağları, kırların gelincikleri, sırtı parlak pullu balıklarıyla denizleri ve okyanusları, ekmek kavgasında emekçileri, onlara hayatı zindan eden kapitalistleri ve savaş aletleriyle, insanlığın binbir sahnesini gördüğümüz bir ırmak şiirdir bu. Aktıkça büyüyüp yoğunlaşan, coşup dinginleşen, tarihin ve toplumların iniş çıkışlarına göre çağlayan bir şiir…

EVRENİN ISLIĞI'NDA HALK

Şair, 2016 yazında yayımlanan yeni şiir kitabına “Evrenin Islığı” adını vermiştir. Toplu şiirlerinden oluşan kitabına “Yeryüzü Şarkıları” demişti, yeni şiirlerle şairin uzamı evrene genişlemiştir. Yukarıdaki saptamayı temel alarak sürdürürsek, araya giren görüntüleri aşmak için ufkunu yeryüzüne yükselten şair, bir süredir döndüğü Türkiye’de ve belki de kendi yurdunda, Bodrum sürgünlüğünde, hâl ve gidişini hiç de beğenmediği halkıyla, biz’le bozuşmasını zaman ve mekânını evrene genişleterek aşmaya çalışıyor diyebiliriz.

Ateş ve güllerle yanık yüzüm karıştırdı zamanı:

Bu yüzden olsa gerek bulamadım evimi.

Evim olmadı ki zaten hiç! Evim bildim

      yaralarımı ve bozkırların kokusunu.

Rüzgârlara binip

      bir kokunun peşinden gittim hep![1]

“Hayata çakılmış bir gençlik”ten (s.73) gelip 68’in devrimcilerinin, 15-16 Haziran’ı yürüyen işçilerin, Osmanlı’ya kafa tutan Aydınlı Irgat Atçalı Kel Memet’in türküsünü söylerken, darbelerle kesilen bir tarihin sürgüne sürüklediği şair, burada dünya insanlığıyla buluşup, yeryüzü şarkılarını söyledi dedik. Uzun zaman sonra, yeryüzünün güzel ve özel ülkesine, kendi çocukluk cennetinin ve gençliğinin topraklarına dönen şair, uzak kaldığı yılların yarattığı yeni Anadolu insanından hiç hoşnut olmamıştır. Özkan Mert şiirinde bugünkü halk artık eleştirel gözle ele alınmaktadır; eksiktir, bilgisizdir, kabadır, edilgendir, duyarsızdır, korkaktır. Elbette, bu eleştiri, neden sonuç ilişkilerini unutmayan, diyalektik süreçleri gözeten bir yöntemle şiirleştirilir.

Halk’sa o kadar çok vuruldu ki,

yüzünü tanımıyor,

      ellerini ve kalbini tanımıyor.

Kendini tanımıyor.

      Halk akıntıda! İnsanlık akıntıda! (s.28)

Bugünün halkı bundan daha güzel ve gerçekçi nasıl şiirleştirilir? Aynı şiirde bu halkın çeşitli yaşam alanlarındaki yozlaşmasından sahneler de gösterilir. Bir başka şiirde yine eleştirel gözle çizilen bu halkı okuruz. Üstelik, şair doğrudan bizim de bu olumsuzluğun bir parçası olduğumuzu hatırlatmakta duraksamaz.

Minibüslerde deniz otobüslerinde

      ve bankamatiklerin önünde

ihtiyarlayan halk!

      Halk yani! Yazlıkçılar

                      şehirli emekliler, köylüler…

Bir çiçek dalı bahçesine sarktı diye

komşusunu mahkemeye veren site halkı!

Köpeklerini ve kedilerini

      sokağa atanlar…

Halk yani… Biliyorsunuz!

Sizsiniz!

Biz, şairin yanında değil, karşısındayızdır. Şairin ben’i bizi karşısına koyarken, belki bazılarımızı, sen’leri yanına alabilir. Sözlerinin onda yankı uyandıracağını umabilir ve şöyle seslenebilir:

Her şey kendi şeklini yaratır.

Albatroslar albatros’dur, okyanus’lar okyanus…

Ama sen her şeysin! Arın ve katıl hayata.

Bir mandal olma:

      Geçit ol! Su ol, ak!

                      Yüreğini dağlardan sarkıt!

                                     Yaşadığın gezegenin

                                                     kızı ol! Oğlu ol!

                      Giderken de, dünyayı kirletmeden git! (s.24)

İnsan doğa karşısında, anlam veren bir varlık olarak “her şeydir”. Şair bu soyut insanı somutlarken, yaşamda, insan bireylerinde bu anlam dünyasını görmek isterken, biz’e değil, sen’e, onlar’a değil, o’na seslenir. Bu bireylerin arınması ve hayata katılması, dünyanın ve evrenin anlamını geliştirecektir. Evrenin ıslığını duyan insan da bu arınma ve eylem sürecindeki insan olacaktır.

BAHÇELERLE, KUŞLARLA,IRMAKLARLA BİZ'E KAFA TUTAN BEN

Evrenin Islığı’nın mekânı ve zamanı genişlemiştir ama ana öznesi daralmıştır; ben’dir. Özkan Mert’in yeni şiirleri çoğunlukla bir ben tarifiyle başlar. Evrenle ve insanlıkla hesaplaşmasını yapan bir ben’in şiirleridir. Bu hesaplaşmada yaşama ilişkin çocuksu duyarlıklar, ömürboyu gözlemlerden damıtılmış imgeler, şiddetini incelik ve güzellik sevgisinden alan bir başkaldırı vardır. Şiir sanatında ben’in ağır bastığı duyarlıklar “lirizm” olarak adlandırılır; Özkan Mert’in yeni şiirinde lirizm yoğunlaşmıştır. Ona bilinç ve inandırıcılık kazandıran, yaşamın birçok deneyimlerinden geçmiş, sonuçlar ve dersler çıkarmış, yaşam felsefesi edinmiş bir bilgenin geniş ufku, uzamını evrene yükselten felsefesi bu yoğunlaşan lirizmi dengeler.

Kitabın ilk şiirinin ilk iki dizesi şöyledir: Mandalina bahçeleriyle / yüzüne çizikler attıran ben. (s.9)

Ben diyorum ki, tanışalım herkesle / ve sözcüklerle. (s.10)

Gökyüzüne kuşları serpmekle meşhur olan ben! (s.15)

Saatine ırmakları dolamakla meşhur olan ben! (s.16)

Ben de çektim kalbimi küçük bir / deniz kasabasına / bekliyorum bademlerin çiçek açmasını. (s.29)

Ben artık su’yun ve ateş’in içindeyim. / Mermerin kardeşiyim. (s.39)

Dünyaya hiç görünmeden / geçip giderken ben (s.63)

Ceplerimde biberiye kokan rüzgârlarla / çok uzaklardan gelen ben, (s.64)

Herkesin aklını bozmakla meşhur olan ben, (s.65)

Böğrümde hep bir bombayla yaşadım ben. (s.67)

Evrenin Islığı’ndaki bütün şiirlerde bu ben’in kendini ve yaşamı anlama anlatma çabasını görürüz. Biz’in eleştirel yaralar aldığı bir evrende ben kendini daha güçlü ortaya koyarak dengeyi sağlamaya çalışır. Ben’le biz arasındaki yabancılaşma büyüktür, araya uçurumlar girmiştir ve Özkan Mert buna inat daha yükseklere tırmanarak şarkısını söylemeyi sürdürür. Gündelik yaşamın kısır ve edilginleştirici çemberine sıkışmış, bilimden ve felsefeden yoksun bir halk gerçeği karşısında şairin pusulası, “evrenin ıslığıdır”.“Halk kimdir?” sorusunu yanıtlarken, “Ne zaman, ne yapacaktır bilinmez.” (s.44) der.

Eski bir duvar saati gibi yanlış gösterir zamanı.

Aldanmayı ve aldatılmayı sever.

Eczanelerden kiloyla ilaç satın alırlar.

 

Bazen alevlenir, tarihi boyar biraz.

Bazen celladına âşık olur

yatar bin yıllık uykuya, (s.44)

ŞİİRİN BUDÜNYACI FELSEFESİ

Özkan Mert’in şiirinin bir felsefesi olduğundan söz ettim. Bu felsefe gerçekçi bir felsefedir. Yaşama maddeci ve diyalektik bir gözle bakan bir felsefedir. Dogmaları ve safsataları yıkmıştır, “gökyüzü” masallarına yüz vermez. Budünyacı’dır. 

Bu sabah kahvaltımı yaptım Gümüşlük’te,

denizin sıçrayan mavileriyle boyadım yüzümü.

Deniz oldum! Dalga oldum! Kuş oldum!

Tüm evrenle birlikte nefes aldım.

 

Melekler cennette kiminle dans ediyor,

cehennemde kimler yanıyor bana ne?

 

Her şey şu an var ve her şey bir mucize. (s.22)

Kaybolup gitmesi için iktidarların özel bir çaba gösterdiği Eskiçağ’ın Epiküros felsefesinde köklerini bulabileceğimiz budünyacı bir felsefenin yaşama bütün gücüyle sarılan kavrayışını Evrenin Islığı’nda buluruz.

Bu felsefenin, Anadolu’da, özellikle, şairin çocukluğunu yaşadığı Ege-Akdeniz bölgesinde derin kökleri olduğunu biliyoruz. Doğanın verimli olduğu, insanlara bolluk içinde güvenli bir yaşam sağladığı Ege’de yeşeren felsefe, maddeci ve budünyacı olmuştur. Hoş bir rastlantı, ilkçağın Maddeci felsefesinin en gelişmiş uğraklarından Epikuros felsefesinin yoğun bir özetini günümüze ulaştıran bir taş anıttan bazı parçalar bugünlerde ilk kez Türkçeye çevrildi. Taş anıtın parçaları bir Anadolu Eskiçağ şehrinin kalıntıları arasında bulunmuştu. Fethiye’nin İncealiler köyü yakınındaki eskiçağ kenti Oinoanda’da yaşayan Diyojen adındaki bir filozofun 2. Yüzyılda, yol boyunca diktiği 300 metrekarelik bir taş anıta kazıyarak halka öğretmeye çalıştığı felsefe yazıtından bir mucizeyle günümüze kalan parçalar, Özkan Mert’in budünyacı, materyalist felsefesine çok benziyor. “Ölümden ve tanrıların çoğumuzu kıskıvrak yakalayacağından boş yere korkmayınız" [2] diye kazınmış taşa. Epiküros’un ölüm üstüne binlerce yıldır insanı aydınlatan sözünün benzeri şöyle kazınmış: “Ölüm bizim için hiçbir şeydir; çünkü parçalarına ayrılan, artık hissizdir, hissiz olan da bizim için hiçbir şeydir…”[3]

Sözgelimi, felsefeyle ilgilenmeyen, bilimsel ve estetik bilinç yoksunu günümüzün halkı ile Antikçağ’ın yalnızca somut hazların düşkünü kitleleri için söylenenler ne kadar birbirine uyuyor. “Hakiki değerin keyfi ne tiyatrolardan ne hamamlardan ne de güzel kokulardan alınır ki biz bunları kitlelere bıraktık. Hakiki değerin keyfi, doğa bilimlerinden alınır.”[4] Buradaki tiyatronun, MS. 2. Yüzyılda, Askülos, Sofokles ve Euripides çağı tiyatrosu olmadığı belli, herhalde bayağı bir tiyatrodur ve günümüzün televizyon dizilerine benzetilebilir. Taşa kazınanlar, çoğunlukla, belki de kasıtlı olarak benmerkezci bir “hedonizmle” özdeşleştirilen Epikuros felsefesinin, gündelik yaşamın basit ve içgüdüsel hazlarını değil, yaşam bilgisinin, düşünme ve duyma yoğunluğunun, felsefe, bilim ve sanatın hazlarını amaçladığını da açıklıkla ortaya koyuyor. Özkan Mert’in şiiri, eskiçağ Ege felsefesinin maddeci ve budünyacı dünya görüşüyle evrene bakarken, şu dizelerde bu tarihle içli dışlı olduğunu da duyurur:

Bu sabah kahvaltımı yaptım Gümüşlük’te,

      denizin sıçrayan mavilerini toplayıp,

                      bir demet çiçek gibi sundum Leleg’lere

3000 yıllık batık Myndos kentinde.

 

Kırmızı şarap ve okaliptüs ıslıklarını

                      doldurup içtik kadehlerimizde. (s.23)

 

KENDİNİ KADINLARA EMANET EDEN ŞAİR

Özkan Mert’in şiirinde dinginlikten uzak, tek boyutlu, akıldışı, kölece bağımlılıklar içinde sürdürülen bir yaşama köklü bir isyan dilegelir. Budünyacı şiir ve felsefe, bir fay hattı kırılganlığında süren yaşamı ve bu dünyayı güzel ve yaşanır kılmaya çağrıdır. Bu yüzden, ne kadar olumsuz durumda olduğumuzu bilse de, biz’e ve sen’e sık sık doğrudan seslenir. Evrenin Islığı’ndaki ben, olumsuz koşullar karşısında bir deniz kasabasına çekilse de, kendine kapanıp kalmaz, her an tetikte, halk’ın yeniden “tarihi boyayacağı” günlerin beklentisinde, bademlerin çiçek açacağının bilincindedir.

Özkan Mert’in yeni şiirlerindeki, biz’le bozuşan ben, kime sığınacaktır? İnsan yaşamını tek başına sürdüremez, toplumsal bir varlıktır. Kavgasında yoldaşları, savaşında dayanakları bulunacaktır. Özkan Mert’in şiirinde her zaman en güvenli dost, en güç verici kaynak kadınlar olmuştur. Toplumsal özneyle kavgalı Özkan Mert, kendini aşka ve kadınlara emanet etmiştir. Çünkü:

Kuşlar, kadınlar ve yanardağlarla

Dağlana dağlana

Konuk oldum dünyaya. (s.40)

Şiirinin bütününde coşkulu sesini duyduğumuz aşk ve cinsellik, şairi bağrına basan kadınlar, Evrenin Islığı’nda da baş köşededir.

Gökyüzüne kuşları serpmekle meşhur olan ben!

Ben! Hep ağzı konyak kokan kadınları sevdim.

Beyaz bir gül’ü koklar gibi

                      kokladım onları.

Onlarla Brahms’ı dinledim.

                      Onlarla silindim

                                     tehlikeli sularda:

Onlarla boyandım sabahın ilk ışıklarında.

Dedim ki: Fırtınaların kayaları

                      sevdiği gibi sevin beni!

Dedim ki: Kuşların gökyüzünü

sevdiği gibi sevin beni!

Çünkü ben size emanetim! (s.15)

Zaman zaman yalancıktan, “Uzak duracağım kalçası / gül dövmeli kadınlardan” (s.31) dese de, kadınlar ve onlara sevgisi, Özkan Mert şiirinin hep merkezinde oldu. Havva’ya ithaf ettiği şiirinde de söylediği gibi, kadınlardan aşkı, yaşamayı öğrenmeyi istedi.

Bana aşkı öğret! Yaşamayı öğret.

Bana nehirlerle, rüzgârlarla yarışmayı öğret.

Beni kalbim duruncaya kadar öp!

 

Çünkü seninle öpüşmek

yıldızları avucuma almak gibi bir şey. (s.33)

Evrenin Islığı’nda aşktan yıldızlara gidilir. Yıldızlarla dans edilir. Ahtapotlarla sevişilir. Gökyüzüne kuş serpilir…

Bu gece yıldızlarla flört ettim Gümüşlük’te

en çapkını Sirius dansa kaldırdı beni terasımda;

boynumda öpücüklerinin izleri duruyor. (s.25)

Şair, kalbinin bir kelebek olduğunu (s.19) kadınlardan öğrenmiştir.

YAMUK DEVLET VE YEŞİL TABİAT

Özkan Mert şöyle der:

Kim bilebilir, çiçeğe duran

      tomurcukların gizli planlarını,

küçücük bir biber fidesinin

      içindeki uçurumu. (s.42)

MÖ. 7. Yüzyılda ilk şairlerden biri, Hesiodos, benzer şeyler söylemiştir:

Bilmez o kafasızlar ki,

Yarım daha büyük olabilir bütünden,

Bir tutam ebegümecinde, bir ot yapracığında

Bilmezler ne hazineler saklı olduğunu.

Üstelik iki bin yedi yüz yıl arayla bu bilmezleri vurgulama gereği duyan iki şair de, bu soruyla devlet arasında ilişki kurmuşlardır. Hesiodos yukardaki dizelerden önce şunları yazmıştır: “O yargıçlar ki hak yemeye can atarlar.” Özkan Mert ise şiirini şu dizelerle sürdürür:

Hem biliyor musunuz?

      Kuş sesleriyle evlenen

                      çiçekler bile varmış.

Peki! Devlet neden keser

zeytin ağaçlarını?

 

Çünkü devlet yamuktur. (s.42)

Devletin yamuk oluşu, Evrenin Islığı’nın önemli saptamalarından biridir. Aynı zamanda şiirden korkan bir devlet’tir bu ve kirli’dir. (s.46) Yamuk ve kirli olan bir şeyden ise, ne adil yargılama, ne doğaya sevgi beklenemez.

Tabiat ve devlet

asla yan yana gelmez.

Tabiat yemyeşil

devlet kirlidir.

 

Cumartesi Anneleri ve devlet

asla yan yana gelmez.

Özel gazlı devlet kurşunuyla

öldürülmüştür çocukları Cizre’de.

Ve gözleri çıkartılmıştır

Gezi Parkı’nda. (s.49)

“Şiir ve devlet de / asla yan yana gelmez”, çünkü hiç kimse yargılayamazsa şiir yargılayacaktır devleti. (s.49) Dünyayı kapitalist sömürü cehennemine çevirmenin silahlı, katliamcı aleti devleti şair ve şiir yargılar. Şiir, bu yargılamada Cumartesi Annelerini ve Somalı madencileri yargıç olarak atayacaktır. O zaman hak yerini bulacaktır. İnsanlık ve adalet ortaya çıkacaktır. Şiir, özgürlüğü geçerli kılacaktır.

Evrenin Islığı’nda, devlet, yaşama özgürlüğünü ortadan kaldıran niteliğiyle, yamuk ve kirli yüzüyle şiire girer. Şair, devleti sorgular ve yargılarken en büyük silahı sözcüklerdir. Çünkü sözcükler asla teslim olmazlar ve yenilmezler.

Unutmayın sakın! Sözcükler

      gözden geçirir düzenler bizi.

Sözcükler ne devletten korkar

      ne donanmalardan.

Tanı sözcükleri! (s.11)

“Bana bir şey olmaz… / Çünkü benim cevşenim sözcükler.” (s.13) diyen şairin savaş silahı, koruyucu zırhı sözcüklerdir. “Sözcükleri bir falçata gibi” (s.65) kullanır. Evrenin Islığı’nın ilk şiirle başlayan ve kitap boyunca kendini duyuran temalarından biri de budur; sözcüklerin gücü. Şairin sanatında en büyük silahı dil ve sözcüklerdir. Özkan Mert, Evrenin Islığı’nda dili ve sözcükleri ustalıkla kullanır. “Kuşlar, kadınlar ve yanardağlarla / dağlana dağlana / konuk oldum dünyaya.” (s.40) derken dağlanan varlığın cızırtısını ve kokusunu duyuran bir şiirsel anlatım yaratır. Sözcükleri yepyeni, şaşırtıcı biçimlerde kullanarak canlandırır. Sözgelimi “taşmak” fiilini kuşlar için şöyle kullanır:

Gördüm! Bir ağaçtan

nasıl yüzbin kuş taşar göğe! (s.67)

Bir göçebe olan Özkan Mert’in pasaportunda yazanlar şiirinin özelliklerini de yansıtır:

Yaşamı içenlerdendir.

 

Dini: Ateşperest, Denizperest

Evi: Tüm Evren. (s.65)

Kuracağız Her Şeyi Yeniden kapsamında bir büyük umutla, ortaklıkla, halkla yola çıkan şair, yarım yüzyıllık trajik bir tarihin oluşturduğu yeni gerçeklikte, karanlık bir çağda, umutsuzluğa teslim olmaz. Umutlarını biz’den ben’e yükleyerek, uzamını ülkeden, yeryüzüne, yeni şiirlerinde evrene genişleterek şarkısını söylemeyi sürdürür. Şiir, insanın umutlarını yükseltmek için sözcükleri kuşanmış, parlatmış, ateşli imgeler ve söyleyişle etkisini yoğunlaştırmıştır. Özkan Mert’in bundan sonra yazacağı yeni şiirlerde, halkın, kısa zamanda bu ıslığa katılarak, tarihi boyamaya girişmesi, bir orkestra ortaklaşması içinde yeni bir ben’le biz kaynaşması yaratması hiç de olmayacak şey değildir. Çünkü şair, halkın ve tarihin nabzını herkesten önce duyar ve duyurur.

 

(Bu yazı Hayal dergisinin Eylül-Ekim 2016 sayısında yayınlanmıştır.)

 

[1] Özkan Mert, Evrenin Islığı, Defne Kitap, 2016, Ankara, s.27. Bundan sonraki aktarmalar parantez içinde sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır.

[2] OinoadalıDiyojen, Doğa Üzerine Bir Epitom, Çeviren: Hande Ölçeroğlu, Magma Kitap, 2016, İstanbul, s.4.

[3] A.g.e., s.21.

[4] s.4.