Sandıkta Hayır kazandı. Sandık sızdırdı, sandığa sızıldı, Hayır’ın kazandığı gerçeğinin üstü -şimdilik- kapatıldı. Şimdilik. Zira mesele, sandıkta kazanan Hayır’ın, siyasetin farklı mecralarında da yol alıp alamayacağına, yeni mevzilerle birlikte nihai bir zafer kazanıp kazanamayacağına bağlı.
Hayır’ın sandıkta başlayan kazanma süreci bize, diğer pek çok şeyin yanı sıra, “siyasal esnekliğe” dair bir şeyler de anlattı/hatırlattı sanki: Siyasetteki en keskin taraflaşmaları dahi mutlaklaştırmamak gerektiğini; büyümek, güçlenmek, ilerlemek için “karşıt taraf”ın boşluk ve zaaflarından da yararlanmak gerektiğini; o çok uzaklarda gibi görünen kitleyi, önce tarafsızlaştırmak, sonra da yakınlaştırıp kendi tarafına kazanmak için de manevralar yapmak gerektiğini; ayrımları katılaştırmadan, hayata küsmeden, “bu ülkede bu kadar işte” psikolojisine girmeden vb yol almak gerektiğini…
Hazır psikoloji alanına girmişken, “katılaşma”nın, özellikle son yıllarda, “seçim sonrası paylaşılan bir ruh hâli” olarak, önceki yıllara göre daha fazla öne çıktığını da belirtebiliriz sanırım.
Toplumun “yuh artık bu seçimde bile bize gelmeyen” ya da “doğruyu bir türlü göremeyen” belli bir kesiminden “ümit kesiliyor”, “artık onlarla hiçbir işimizin olmayacağı” bir şekilde ifade ediliyor, biraz “küsülen” biraz “küçümsenen” ve ne şekilde olursa olsun “karşı tarafa sabitlenip mahkûm edilen” bu kesimle, “çomar”lı, “Yozgat”lı, “sürü”lü, “Bayburt”lu vb dalga geçme biçimleri de geliştiriliyor.
Bu ruh hâline tümüyle itiraz etmek mümkün değil kuşkusuz. Her şeyden önce bir ruh hâli bu, neyine itiraz edeceksiniz! Onun dışında, özellikle seçim sonuçlarının ve yenilgilerin “sıcaklığı”nda, bu tür duyguların, öfkelenmenin, küskünlüğün, usancın, “ne hâlleri varsa görsünler”ci sitemlerin, kaçıp gitme isteklerinin vb dışa vurulması, doğal bir şekilde.
Öte yandan, bu kez bir yenilgiyle değil de, ağır ve eşitsiz koşullarda gerçekleşmesine rağmen Hayır’ın kazanmasıyla sonuçlanan (ancak bu sonucun “tescil ettirilemediği”) son referandumda açıkça görüldüğü üzere, o “karşıt cephe” de gerileyebiliyor, eriyebiliyor, “bizim taraf”a geçebiliyor.
Bir yanda “Atı alan Üsküdar’ı geçti” oldu bitticiliği, diğer yanda Üsküdar gibi, Fatih gibi “sağlam kaleler”in bile düşebilmesi, aslında çok şey anlatıyor.
Peki, büyük şehirlerde daha açık olan bu gerileme, taşraya niye aynı biçimde ve yoğunlukta yansımıyor? Bunun için “Evet cephesi”nin üyelerini bir arada tutan harçlara daha iyi bakmak, öncelikleri daha iyi tartmak gerekiyor galiba.
En yalın hâliyle ve uzatmadan söylemek gerekirse; “Buradan evet çıkmazsa, yardımımızı keserler sonra” diyebiliriz bu harca. Geçim derdi, kaygı ve tehdit bir arada. Mevcut iktidarın dayandığı tek gerçek (ya da “asıl güçlü”) taban bu aslında.
Küçük menfaatler, üç beş kuruş fazladan kazançlar, gerçekten zor durumdaki insanlarımızın geçim sıkıntısını bir nebze olsun rahatlatan minik yardımlar… Falanca Anadolu ilimizin, filanca ilçesinin feşmekan köyüne gidip sorduğunuzda rahatlıkla öğrenebileceğiniz gibi; “Oradan gelecek aylık yardım benim için çok önemli, ya keserlerse şimdi…”
Oysa biz kendi cephemizden, birikimimizden, “sol çevremiz”den, twitter’daki “taymlayn”ımızdan vb dönüp “olay”a baktığımızda bambaşka şeyler görüyoruz. Bu yardımları, sadaka ya da rüşvet olarak değerlendiriyor (ki öyleler) ve bu konuyu hızla geçiyoruz. Asıl “ideolojik” meselelerle ilgileniyoruz. Öyle ya “cumhuriyet elden gidiyor”, “laiklik bitiyor”, “demokrasi kaybediyor”, “başkanlık kılıfı altında tam bir otoriter rejim geliyor” vb. vb.
Hepsi doğru tabii de vatandaş bununla pek ilgili değil işte. Ya da öncelikleri arasında değil. Türkiye’nin özellikle o “evet cephesi”nde “ideolojik oy” çok da mühim bir şey değil esasında. “Din ve vatan elden gitmesin” yeterli, ötesi küçük menfaatler işi… Din, vatan, millet diyenin, çıkarlara da hizmet edebilmesi önemli. Laiklikten, cumhuriyetten kime ne, kıt kanaat geçimi rahatlatacak yardımlar nerede?..
O hâlde, bu insanlarımıza, ağza çalınan bir parmak balla aslında nelerin kaybedildiğini anlatmak ve bu toplumsal zenginlik, eşitçe, adilce paylaşıldığında öyle bir parmakla sınırlı kalmayacağını göstermek de önemli bir mesele.
Orada bir yerlerdeki teyzemize ve amcamıza aldığı üç kuruşluk yardımın özünde sadaka olduğunu gösterebildiğimizde; meselenin üç beş kuruş sağlık ya da yaşlılık yardımı olmadığını, sağlığın ücretsiz verilmesi gereken kamusal bir hizmet olduğunu, yaşlıların bakımının aynı şekilde kamusal bir hizmet olduğunu anlatabildiğimizde, bunu örneklerle, somut olarak ortaya koyabildiğimizde başka bir ilerleme kaydedebiliriz belki de.
Bu açıdan, bir anlamda küçük çıkarlarının peşine düşmüş, şekilsiz bir kitleyi/yığını halklaştırabilme mücadelesidir verdiğimiz.
Bunun bir boyutu olarak, “kendi cephemiz”in yerel çalışma ayaklarında, “dayanışma ağları” kurup geliştirmek, özellikle eğitim, sağlık gibi meselelerde eşitlikçi/toplumcu/kamucu çözümleri somut olarak yaşatabilmek, gösterebilmek de bir marifet.
İdeoloji mi? Onu da tümüyle ihmal etmemeli tabii! Bilhassa “Evet cephesi”nin üyelerini en çok ilgilendiren ideolojik saikler düşünüldüğünde, “bu adam dindar” diye desteklediklerinin aslında din tüccarı olduğunu, dini sadece menfaatleri için kullandığını anlatabilmek; “bu adam vatanperver” dediklerinin aslında emperyalizmin kucağında oturduğunu, bölgede kardeşçe yaşayan halkları birbirine karşı kışkırttığını örnekleriyle ortaya koyabilmek de ayrı bir mesele.
Bir taraftan ekonomik kriz veri iken ve yukarıda bahsi geçen “yardımlar” için kaynak yaratıp aktarmak daha da güçleşirken (bir anlamda, menfaat zincirleri bozulurken); siyasetin dirençli odaklarında bu meselelere daha fazla kafa yorulur ve üzerine gidilirse, sadece kendi cephesini tahkim etmek için değil karşı cepheyi daraltmak için de özel bir çaba gösterilirse, hayırlı günler daha da yakın olacaktır sanırım Hayır’ın önünde…