Epsilon kitapları  

Medyada rastladığım ve beni rahatsız eden bazı noktalar var. Çalışanları zorunlu ücretsiz izine çıkarması(4) gibi veya Ekşi Sözlük’te yazdığı gibi çevirmenlerine paralarını düzgün ödememesi.

Geçenlerde doğrudan satın almadığım, ama bir şekilde kitaplığıma giren kitaplardan söz ederken, “Başka bir kitap kaynağım da okumayan tanıdıklarım. Ellerinde hep az miktarda da olsa kitapları olur. Neden onlardadır bilemem; günün birinde okuruz diye mi satın aldılar, yoksa birileri mi onlara bırakıp gitti hiç sormadım. İşin iyi tarafı, kitapları çöpe veya geri dönüşüme atmaya kıyamazlar. İşte bu grubun bulduğu en iyi çözüm, kitaplarını naylon torbalara doldurup bana getirerek evlerinde yer kazanmaktır.(1) demiştim. İşte böyle bir torba içerisinden birkaç tane Epsilon yayını çıktı. Zaten benim listemde de yayınevinin başka bir kitabı olunca, hemen onu satın alıp Epsilon kitaplarını yazayım dedim.

Yayınevinin sitesinde 1993 yılında çocuk kitaplarıyla başlayıp sonrasında “yayımladığı iş dünyasına yönelik kitaplar ile bu alanda büyük bir boşluğu dolduran…birbirinden farklı yapıtlar ile kitapseverlere geniş bir alan yaratan Epsilon, Türkçe’nin kullanımına gösterdiği özen ve başarılı çeviriler ile Türk yayıncılık piyasasındaki ayrıcalıklı yerini sağlamlaştırıyor.(2) diyor.

Elbette daha önce Epsilon kitabı okumuştum ama doğrusunu söylemek gerekirse ilk kez ne yayınladıklarına toplu olarak baktım. Anladığım kadarıyla ‘çok satan’ kitaplar üzerinden yürüyen bir politikaları var. Zaten Ekşi Sözlük’te de bir yazar “popüler olsun da kim olursa olsun, onun kitabını basarız anlayışıyla yayın politikası belirlemiş yayınevi” olarak tanımlamış. Gerçekten de Epsilon çok satan veya daha doğru bir deyimle çok satma potansiyeli olan kitapları basıyor. Yanılmıyorsam en çok kitabını bastıkları yazar Nora Roberts. Kendisini tanıyor musunuz bilmiyorum ama yüzün üzerinde kitabı olan ve neredeyse tümü ABD’de ‘best seller’ listesine giren aşk ve macera romanları yazarı; yılda altı yedi roman çıkartabiliyor. Neyse, önce bu hafta okuduklarıma bir değineyim de sonra genel bir değerlendirme yapmaya çalışabilirim.

Martina Cole ünlü bir İngiliz suç-macera romanı yazarı. Yazarın ünü kitaplarının çok önüne geçmiş; zaten görselde yazarın ismiyle, kitabın isminin boyutları karşılaştırılınca ne dediğim çok iyi anlaşılır. İş, Londra’daki fuhuş ve uyuşturucu dünyasından şiddet dozu yüksek bir kesit sunuyor. Tatsız, tuzsuz, çok fazla hatta bıktırıcı düzeyde tekrarları olan bir kitap. İfade bozuklukları da fazla ama bunlar çeviriye de bağlı olabilir; bilemiyorum. Bence kitabın tek iyi yanı, genelde mutlu insanların yaşadığı kentler olarak propagandaları yapılan metropollerin anlatıldığı gibi olmadığı, başka bir yüzleri de olduğunu göstermesi. Öğrendiğime göre Cole, İngiltere hapishanelerinde düzenli olarak yaratıcı yazarlık dersleri vermekteymiş; anladığım kadarıyla oralardan öğreniyor da aynı zamanda.

Allison Brennan’ın Ölümüne Sev Beni romanı ise tipik bir polisiye.  Romantik gerilim diye tanımlanan türün bir örneği ama doğrusunu söylemek gerekirse ne insanı geriyor ne de merak ettiriyor. Bana kalırsa romanlaşamamış sayfalar toplamı. Elbette her polisiyede olaylar benzerdir ama yazarın başarısı, ayrıntılar ile olayı farklılaştırmaktır.  Ben Brennan’da bunu göremedim.

İstanbul Son Perde Joseph Kanon’un İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, adından da belli olduğu gibi, İstanbul’da geçen bir casusluk öyküsü. Kitapta somut insan gerçeklikleri ve karmaşası yok. Ayrıca o yılların atmosferini de yansıtamıyor. Hal böyle olunca ortaya çıkan yapıta roman demek çok zor oluyor. Acaba diyorum bunlara roman değil de başka bir isim, örneğin ‘okunmalık’ dense de farklı bir ölçütle değerlendirilseler daha mı iyi olur? Bu bir ironi değil, gayet ciddiyim. Çünkü bir emek var ama gerçek romanlarla karşılaştırınca sanki haksızlık yapılıyormuş gibi geliyor bana.

İş, Ölümüne Sev Beni ve İstanbul Son Perde’nin ortak yanlarının özelliksiz ve merak uyandırmayan bir kurgu ile içi boş karakterler olduğunu söyleyebilirim. Aslında bir romanda duyguyu aktarabilmek kolay değildir ve genellikle bunun yerine saptama yapılır. Şunu söylemeye çalışıyorum, örneğin “üzgündü” demek bir saptamadır; bu duyguyu aktarabilmek için yaşamdaki diğer yansımalarını vermek gerekir, yani kişinin eylemlerinde, örneğin yürüyüşünde, konuşmasında vs.  de üzüntüsünün izlerini görmek gerekir. Aksi durumda, karakterlerin içi boş kalır.

Bir diğer ortak noktaları da yazım tarzlarının birbirine benzemesi; sanki aynı kalıbı kullanıyorlar veya aynı ekolden geliyorlar gibi. “Biçimsel olarak bol bol diyaloglar olması, kısa cümlelerle yazılması, çok sayıda kısa bölümden oluşması ve her bölümün bir sonrakini merak ettirecek bir şekilde bitmiş olmasıSanırım 1001 Gece Masallarından esinlendikleri noktalar var. Ayrıca kitap içerisinde arada sırada, kısa bir özet yapıp, okuyucunun kopmamasını sağlanıyor. Konu, dozunda olmak kaydıyla, cinsellik ve şiddet de içerir.(3) tanımlamama çok uygunlar.

Burada tartışılması gereken nokta, bu kitapların okuma alışkanlığı yaratıp, okurun sonra diğer kitaplara geçip geçmeyeceği. Daha önce “beğeni nasıl oluşursa öyle kalıyor. Yani kitaplar arasında hiyerarşik bir ilişki yok, bunlar ayrı kategoriler.(3)  demiştim ama bu kitapları arka arkaya okuyunca acilen başka kitaplara yöneldim. Yani, benim ruh halim genelleştirilebilirse, bu tür kitapların yararlı olduğunu söyleyebilirim. Yine ironi yapmıyorum, gayet ciddiyim.

İş’de İngiltere’de çek-senet mafyasının olduğunu, Ölümüne Sev Beni’de ise çocuk tacizcilerini ABD hapishanelerinde diğer mahkumların cezalandırdığını öğrendim. Nedense bunların Türkiye’ye özgü olduğunu düşünüyordum.

Son bir nokta, etiket fiyatlarının neredeyse beşte birine süpermarketlerde satıldığına tanık oldum Epsilon kitaplarının. ‘Kitaplar çok pahalı’ savının en azından Epsilon için doğru olmadığını söyleyebilirim. 

Dilek Livaneli Samsun’da bir köy okulunda çalışırken öğrencilerini ilk defa buz pateni, opera, sinema ve tiyatro ile tanıştıran, bununla kalmayıp, kadınlar için okuma yazma kursları düzenleyen, onlar için ayakkabı atölyesi açarak üretken hale getiren bir öğretmen. İşin güzel tarafı yaptıklarının fark edilip, dünya çapında takdir edilmesi. Dilek öğretmen çabalarını, gerçekleştirdiklerini Bir Dilek Yetmez kitabında anlatıyor. Öğrencilerin kaçırdığı tek bir çocuk tiyatrosu olmadığı gibi, tüm müzeleri dolaşmışlar, başka şehirlere gitmişler, uçağa binmişler, sahneye çıkmışlar, okul bahçesine yapılan trafik pistinde eğitim almışlar…Elbette bunlar çok önemli ve bunları bir köy okulunda gerçekleştiren Dilek öğretmenin başarısı yadsınamaz. Ancak bu etkinlikleri gerçekleştirmek için “her şey devletten beklenmemeli” diyerek sponsor aramanın, holdinglerden yardım istemenin tartışılması gerekir. Eğer, ‘zaten bu çocukların parasıyla bu holdingleri kurdular, paranın çok küçük bir kısmını geri istemekte sakınca yok denilirse belki makul karşılanabilir ama diğer yandan her öğretmen para istemeyi kendisine yediremeyebilir. Yani şunu demek istiyorum: Dilek öğretmenin yaptıklarını diğer öğretmenlere örnek göstermek, dahası onları başarısız ilan etmek ve sponsor bulmaya yönlendirmek doğru değil. Evet, Bir Dilek Yetmez ama bir milyon Dilek de yetmez. Önemli olan herkesin operaya gitmesidir, müze dolaşımının bir hak olmasıdır.

Katılmadığım iki nokta daha var kitapta; ilki Livaneli’nin başarı ölçütü olarak “artık özel okul kıvamındaydık” demesi. Yanlış, hatta tehlikeli bir mesaj bence. Diğeri ise ‘Beyaz Show’ için olumlu sözler söylemesi; nedense ‘Beyaz Show’ dendiğinde aklıma Ayşe Öğretmen geliyor. Sanırım o asla sponsor aramamıştır.

Bu haftanın en iyi kitabı Kay Redfield Jamison’un otobiyografik eseri Durulmayan Bir Kafa oldu. Jamison bipolar (manik-depresif) bozukluğu olan bir klinik psikolog. Kendisinin ‘duygulanım güncesi’ olarak adlandırması, sanırım kitap için en iyi tanım. Doğası gereği çok farklı duygular kitapta iç içe ve bu durum okuyucuda, özellikle konuya uzak okuyucuda, doğru anlatmadığı izlenimi yaratabilir. Ancak Jamison’un oluşturduğu güven, abartmadığını, gizlemediğini düşündürüyor okuyana. “Bana neler olduğunu hiç anlamıyor, kimseden yardım istemiyordum” derken veya “benim depresyonum basit bir moral bozukluğu değil, bir boşluktu” saptamasını yaparken bu güvenle anlamaya çalışıyor okur; en azından ben böyle hissettim.

Bu tür yarı-tıbbi kitapların yararının hastaları doğru yönlendirmesi olduğunu düşünüyorum; elbette uzman kişiler tarafından yazılmaları kaydıyla. Diğer yandan hastalara bulguları öğretmek gibi de bir sakıncası olduğunu söylemem gerekiyor. Bu durum özellikle Durulmayan Bir Kafa’da olduğu gibi psikiyatrik sorunlar için geçerli.

Jamison iyi bir yazar. Kitapta hem kendine hem de çevresine ince bir alayla yaklaşıyor ve bu da okumaya ayrı bir keyif katıyor. Biliyorsunuz bipolar bozukluk çok yaygın; Türk Psikiyatri Derneği yüzde 2-3 civarında olduğunu söylüyor ve bu oran ciddi bir yükselme eğiliminde. Buna bir de tanı konulmayanlar ve sınırda olan olgular katılacak olursa…Varın siz düşünün ötesini. Jamison bir uzman olduğu ve hastalığın ismini koyabildiği için Durulmayan Bir Kafa’yı bipolar romanı olarak okuyoruz. Ama bir düşünüyorum da ne çok bipolar romanı (ama adı konmamış) var edebiyat tarihinde. O zaman şu soru özel bir anlam kazanıyor: “Eğer seçme şansım olsaydı manik-depresif hastalık çekmeyi seçer miydim?” Gerçekten ayrıntılı tartışmaya değer bir soru.

Evet, tekrar Epsilon’a dönecek olursak, medyada rastladığım ve beni rahatsız eden bazı noktalar var. Çalışanları zorunlu ücretsiz izine çıkarması(4) gibi veya Ekşi Sözlük’te yazdığı gibi çevirmenlerine paralarını düzgün ödememesi.

Bitirmeden şunu da söylemek zorundayım; Epsilon sadece ‘best-seller’ basmıyor, Orhan Kemal, Özdemir Asaf, Nevzat Çelik gibi yazarlar da var listesinde. Bunlar da çok satıyor belki ama ‘best seller’ değiller. Şöyle ya da böyle, doğrudan gericilik propagandası yapmadıkça, her yayınevi kıymetlidir bence.


(1)https://ilerihaber.org/yazar/secmedigim-kitaplar-130064

(2)https://www.epsilonyayinevi.com/

(3)https://ilerihaber.org/yazar/cok-satan-kitaplara-dair-70035

(4)https://gazetemanifesto.com/2020/epsilon-emekcilerinden-yayinevi-sahibi-omer-yeniciye-yanit-364706/


KÜNYELER:

-İş. Martina Cole. Çev.: Cemal Tevrizci, 2009. Etiket fiyatı 21 TL.

-Ölümüne Sev Beni. Allison Brennan. Çev.: Yasemin Balkan, 2012. Etiket fiyatı 25 TL.

-İstanbul Son Perde. Joseph Kanon. Çev.: Kübra Tekneci, 2013. Etiket fiyatı 28 TL.

-Bir Dilek Yetmez. Dilek Livaneli. 2021. Etiket fiyatı 65 TL.

-Durulmayan Bir Kafa. Kay Redfield Jamison. Çev.: Pınar Kür. 2018. Daha önce Oğlak Yayınlarından çıkmıştı. Etiket fiyatı 55 TL.