Epik, tutkulu bir varoluş: Frida Kahlo

O, tahta bacaklı Frida’ydı. Kendi sözcükleriyle ‘felaket bir topal, omurgası hapı yutmuş, çok ağlayan, çok gülen, hep ölmek üzere olan’ Frida.

Çocuk felci ve çok genç yaşta geçirdiği trafik kazası sonucu sağ bacağı zayıf ve kısa kalmıştı. Onlarca ameliyat, demir korseler, ortopedik botlar, sık sık yatağa mahkum kalma, ömrü boyunca geçmeyen ağrılar.  ‘Sakat bir külçe’ydi. Güneşe yükseldikçe kanatları eriyen İkarustu.

Ve bitmeyen ızdırap…

Çektiği acı, zifiri karanlıktan bir despottu; tüm ifadelerin önüne geçip, Frida’yı kendi dilsiz çığlıklarına, kuyularına çekiyordu. Her şey “insandan dışarıya taşmıyor mu, kan, gözyaşı, bulutlar, hatta yaşamın ta kendisi” ?  Acı, işte tüm bunların üzerinde demirden bir kafesti.

Acı, ‘tüm düşleri tasfiye eden bir karabasandı’.

Acı,  bedenini yağmalıyordu. Acı, önüne çıkan ne varsa kemiriyor, dişliyor, tırnaklarını geçiriyor, kanatıyordu…

Resimler, otoportreler yaptı. Izdırabını evcilleştirmenin, acının dilsizliğe çektiği hayatını yeniden kazanmanın başka bir yolu yoktu. Bu nedenle gerçeküstücü değildi; ömrü boyunca hasta olmadığı ama hep paramparça, kırık dökük olduğu gibi…

Yaşlı, sadakatsiz bir ataerkili; kıskanç, dahi ve de komünist bir adamı, büyük ressam Diego’yu ömrünce sevdi.  Kimi zaman da kırık dökük bedenini kadınların yumuşak şehvetine teslim etti.  Kadınlara ve erkeklere aşıktı...

Güzel kaktüsleri vardı. Bezden bebekler yapmayı severdi. Çocuksuzdu. Rahminden yükselen bereketsizliğini, çatlayıp çöle dönmüş memelerini resmetti. Yaratmak en önemlisiydi ve yaratmak kadın’dı…

Kendine ait odası, ‘şu tabut’ dediği yatağı; yatağın hemen üstüne kondurulmuş tuvali,  kana kana okuduğu kitapları oldu.

Frida’nın kadınlara kur yapması kadar, Troçki gibi gizli aşıkları, bıyıkları, tokaları, saçına taktığı çiçekleri, yerli kıyafetleri konuşuldu.

Doğum yılını devrimle başlatması da, ömrünün sonunda artık kesilmiş bir bacak ve tekerlekli sandalye ile üyesi olduğu Meksika Komünist Parti’sinin CIA karşıtı eylemine katılması da epik varoluşunun en canlı sahneleri oldu.

Ve daha nice şey…

Frida Kahlo ile ilgili pek çok şey yazıldı, üretildi şimdiye değin. Biyografiler, denemeler, makaleler, fiyakalı sözler, klişeler, spekülasyonlar ve hatta moda katalogları. Liste uzar.

Ne ki vitrinlerin berisinde ‘söz’ün gevezelik ettiği, fazla konuştuğu bir durumdan da bahsedilebilir. İyi de sözün bu kadar gevezeleştiği bir alanda, onun boğuntusundan kurtulmak, yine de başka bir şeyler bulmak mümkün mü? 

Frida’yla ilgili neye bakarsak bakalım ‘tutku’nun izini bırakmadığı bir şey göremeyiz. Frida denildiğinde ilk akla gelenin aşk ve acı olması biraz da bu yüzdendir.

Tutkusu, köklerdedir…

“Ve tabii benim de bu ülkeden olduğumu, icabında anarşist, esrarengiz insanların, büyücülerin, meczupların, müthiş dolandırıcıların ülkesinden yani…Ben de bu insanlar gibi Mexica’ların, büyük isyancıların, doğum günüyle saatini yıldızlara, kurnazlıklara, kurbanlara ve törenlere bağlayanların torunuyum”

Monden partilerde içilen şarapların yaşı Frida’nın midesini bulandırır. Ülkesinde temiz su bulamadığı için hastalanan yoksulları billir…

“1910’da doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra büyük isyancı Emiliano Zapata, Güneyi ayaklandıracaktı” diyerek doğum yılını kendisi mimler.

Tutkusu evrensele yöneliktir…

“Yaşamım öylesine kesin biçimde evrenselliğe dönüktü ki, bacağımı bile unutuyordum. Anlamsız bir küçümsemeyle ortopedik botumun sert derisine fırlatılan bir taşın tok sesini artık hiç duymaz olmuştum…

Çevrem yüce emeller besleyen kişilerle doluydu.  İnanç ve umut doluyduk.  Yeryüzünde değişmesi gereken her şeyi değiştirecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorduk”

Frida’nın tutkusu hep aşktır…

Coşkulu, derin, gizemli, Odysseus’un Akdeniz’i gibi fırtınalı, yorucu, korkutucu ve rengarenk…

“Yine de acı çekiyordum. Üstelik acı çekmekten dolayı suçluluk duyuyordum, çünkü özgürlükçü düşüncelere sahip olduğunu söyleyen birinin böyle bir acı çekmesi yakışıksızdı. Bir kısır döngüydü, kendimi kurtaramıyordum. Aylar geçiyor, ilişkileri hala sürüyordu”

Tutkusu politik olanın kişisele nasıl sızdığını da ele verir…

‘Biraz haddini bildirme’ adlı tablosunda Frida, bir gazete haberinden esinlenmiştir. Haber, birkaç küçük delik açacağını düşünerek karısını bıçaklayan ve ölümüne sebep olan adamın hikayesidir. Adam çok şaşkındır, mahkemede ‘sadece biraz haddini bildirmek istemiştim’ der. Tabloda, bir yatakta boylu boyunca kanlar içinde yatan kadın ve yanı başında kibirli bir gülümseyişle ‘had bildirici’ kocası vardır.

Mahremdeki şiddet politiktir. Peki, bu bir kez daha başka bir mahremde anlam kazanıyorsa?

Frida tablosu hakkında şu notları düşer: “Katledilmiş kadın, Diego’nun her gün öldürdüğü ben değil miydim? Yoksa öbür kadın mıydı, Diego’nun birlikte olduğu ve benim yok etmek istediğim?”

Frida’nın ‘tutkusu’;  derin, sanrılı, düşsel, marazi, şehvani, ölümcül ve yaşam doludur; mahreme ve evrensele dönüktür; ızdırap kuşanmıştır ama asla patetik değildir.

Tutkusu yüksek duygulara, soylu fikirlere meyyaldir;  gerçeğin verdiği acıyı, ‘gündelik olanı’ aşmaya cüret eder.

Frida Kahlo, epik bir varoluş, soylu bir tutkudur…

------------

Not: Alıntılar için bkz. "Frida Kahlo: Aşk ve Acı, Rauda Jamis, Everest Yayınları (2016)