Geçen yazımda, “Ülke olarak hangi enerji kaynaklarına sahibiz ve bu kaynaklar gereksinimimizi bugün için karşılıyor mu, gelecekte ne olacak, bu kaynakların kullanımı esnasında çevreye verdiğimiz zararlar nelerdir ve nasıl engellenebilir?” gibi konuları çok genel bir bakışla ve okunurluk sınırları içerisinde ele almaya çalışmıştım. Jeotermal ve Nükleer Enerji konularına bir sonraki yazıda değineceğim demiştim ama Nükleer konusunu bir süre erteleyip Jeotermalle devam etmeye karar verdim. Umarım okurken sıkılmazsınız.
Jeotermal enerjinin bölgesel ısıtmada kullanılmasına 1990’lı yılların ikinci yarısında İzmir-Balçova’da başlanmış ve sonrasında gerek bu bölgede gerekse diğer bazı şehir ve yerleşkelerde yaygınlaşarak sürdürülmüştür. Elektrik enerjisi üretmeye yönelik olarak ilk jeotermal santral ise 1984 yılında Denizli-Kızıldere bölgesinde hizmete alınmıştır. Jeotermalden elektrik üretebilmek için ısıtma sistemlerine göre daha sıcak su kaynaklarına gereksinim vardır. Sonraki yıllarda, özellikle daha düşük sıcaklıklı kaynaklarla elektrik üretmenin mümkün olduğu teknolojiler geliştirilince bu santralların sayıları da dünyada ve ülkemizde giderek artmıştır ve artmaya da devam etmektedir.
Peki, her ülkenin öz kaynağı olan ve magmanın yeryüzüne yakınlaştığı, özellikle deprem bölgesi olan birçok ülkede (Japonya, Çin, Endonezya, İzlanda, ABD, Türkiye...) var olan bu enerji kaynağının kullanımına bu denli karşı duruş acep nedendir?
Kızıldere santralının çalışmaya başladığı ilk zamanlarda ve sonrasındaki epeyce uzun bir süre (10 küsur yıl) yeraltından çıkan suyun sıcaklığı elektrik elde edilip düştükten sonra bile 130ºC civarında seyrediyor ve ayrıştırıcılarda buhar ve sıvı fazları ayrıldıktan sonra buhar atmosfere atılıyor sıvı su ise 95 ºC civarında Büyük Menderes nehrine bırakılıyordu ; bu, nehirden denize doğru birkaç kilometre boyunca bitkisel ve hayvansal yaşamın tamamen sona ermesi demekti. Oysa yapılması gereken, bir geri basım kuyusu açıp buhar türbininden çıkan yüksek sıcaklıklı suyun yer altındaki kaynağına geri gönderilmesiydi; bu aynı zamanda fay hattındaki dengeyi korumak için de gerekliydi ama ilk yatırım maliyetlerini çok artırıyordu, yıllar sonra yapıldı.
Balçova’daki ısıtma sisteminde yüklenici ve işletici firma tarafından, sıcak suyun taşındığı boru içerisinde kalsiyum klorür oluşmaması ve çökelerek daralma (kireçlenme) yaratmaması için kuyu içine inhibitör denilen bir kimyasal enjekte ediliyordu, yanlış anımsamıyorsam Fransa’dan ithal edilen bu malzeme için yılda beş milyon dolar firmaya ödeniyordu; yıllar sonra Balçova’da kullanılan suda kireçlenmeye neden olan CO2 in olmadığı (veya çok cüzi miktarlarda olduğu) ortaya çıktı!
Aynı sistemde yıllar geçtikçe bir başka sorun daha belirmeye başladı. Bölge altyapısında sıcak suyu ileten borularda inanılmaz boyutlarda su kaçakları oluşmaya başladı. O kadar ki, yetkililer kaçak yerlerini ancak sokak kedilerinin geceleri yattığı sıcak yerleri izleyerek saptamaya başladılar (Şaka değil, şahidim var !). Aslında bu denli kevgirleşmenin nedeni boruların imal yönteminde yatıyordu. Bir takım uyanık girişimcilerimiz, dıştan yalıtılmış çelik borular üretip satıyorlar ancak yalıtım malzemesi ile çeliğin ısıl genleşme katsayıları birbirlerine yakın olmadığı için bu iki malzeme genleşme-büzülme (sistemin çalıştırılması ve kapatılması ) süreçlerinde birbirinden ayrılıyor aralara yağmur suları sızıyor ve hem çeliği çürütüyor hem de yalıtımın özelliğini yok ediyordu. Ancak, bu boru işi o kadar karlıydı ki Van’ın Çatak ilçesinde yeraltından sızıntı şeklinde çıkan sıcak suyu tespit eden bir girişimcimiz Çatak’ın jeotermal enerjiyle ısıtılacağına dair zamanın belediye başkanını ikna edip (gerçi O da yakında seçimler olacağı için bu iknaya çok eğilimli idi) belediyeye kırk kilometre boru sattı, sonra ne mi oldu ? Sıcak su kaynağının bir hamama ancak yetebileceği ortaya çıktı!
Bu trajikomik gerçeklere belki yüzlercesini eklemek mümkün. Sırtını bilime dayamayan, birilerinin rantı ve keyfi için olan uygulamalar sürdükçe bunlara benzer daha çok hikaye dinleriz.
Ancak son yirmi yılda işler biraz daha değişti. Emperyal güçler, üretmek değil, var olanı satmak niyetinde olan ve kaynaklarına birer meta olmak dışında sıfat yüklemeyen ülke yönetimimizi keşfettiler. Ülkenin kaynaklarının ne olduğunu zaten bizimkilerden daha iyi biliyorlardı. Bu konuda (analiz, sondaj, kontrol, işletmeye alma, üretim, pazarlama) dünyanın en gelişmiş bilgi, deneyim ve teknolojilerine sahip büyük holdingler birer birer ülkemize teşrif edip firmalarımızın hisselerini satın almaya, konsorsiyumlar kurmaya başladılar. Yönetimin çevresel duyarlılık yoksunluğu da bu şirketler için bulunmaz bir nimetti. “Çevresel Etki Değerlendirme raporu” na gerek yoktur belgesini verme yetkisine haiz il idarelerini, çevreyi suyumuzu havamızı koruyalım diye eylem yapan köylüleri, sivil toplum örgütü üyelerini sopalamak için emir almış kolluk kuvvetlerini kendi taraflarında görmekten daha büyük bir sömürü fırsatı olabilir miydi ?
Hoyratça satılan, tüketilen, sömürülen (bu kelime yetersiz geldi, somurulan) bu kaynakların yerliliği, milliliği nerede kaldı. Bugün jeotermal üzerine betimlediğim bu konu, yerli zannettiğimiz bütün kaynaklar için geçerli. Evet “yerli”, ama yeri bizde o kadar, sahibi bu ülkenin insanları değil, yararlılıkları bu ülkeye olması gerekenden çok daha az, zararları ise geri dönülmez yıllar kadar uzakta.
Dostlukla, sevgiyle