En Karanlık Saat

Geçen hafta Oscar adaylarının açıklanmasının ardından en iyi film dalındaki adaylar ülkemizde de gösterime girmeye başladı. Bu hafta hem evladının katilinin yakalanmamış olması sebebiyle yerel polis yetkililerini karşısına alan bir kadının öyküsünü perdeye getiren ve Amerikalı eleştirmenlerce Oscar’ın en favori adayı addedilen, Türkiye’de izleyici karşısına ilk kez geçen yıl Adana Film Festivali’nde çıkmış olan Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri * (Three Billboards Outside Ebbing Missouri, 2017); hem de 2’nci Dünya Savaşı döneminde Winston Churchill’in başbakanlığının ilk haftalarına odaklanan En Karanlık Saat (Darkest Hour, 2017) vizyona  girdiler.

Daha evvel başka bir film vesilesiyle yine bu köşede yazdığım üzere bir filmin kim tarafından, nerede, ne zaman izlendiği, sözkonusu filmin nasıl algılanacağı konusunda tam olarak belirleyici olmasa da baştan koşullandırıcı olur sıklıkla. En Karanlık Saat, Churchill’in Nazi Almanya’sının saldırganlığına karşı kendi selefinden farklı olarak uzlaşmacı, yatıştırıcı, teslimiyetçi değil, uzlaşma seçeneklerini gündeme almayı reddedip direniş ruhunu yüksek tutmaya özen göstererek aktif biçimde direngen bir savaş/savunma hattını benimsemiş ve yaşama geçirmiş olmasına vurgu yapan bir film. Kuşkusuz filmin bu ana ekseni, tarihsel gerçeklerle de büyük ölçüde örtüşüyor ve Churchill’in tarihin o durağındaki önemli rolünü duyumsatıyor. Öte yandan faşizmin azgınlığını ve saldırganlığını uzlaşmacı talepler karşısında kendisinin dizginleyip insaflı davranacağına dair beklentilerin en kibar ifadeyle naifliğine vurgu yapılmasının, filmi günümüz Türkiyesi’nde izleyen izleyicilerde 2’nci Dünya Savaşı ve Hitler rejiminin yayılmacılığının tarihselliğinin ötesinde güncel ve de bize özgü çağrışımlar yapması ve filmin bu çağrışımlar eşliğinde bir seyir deneyimi de sunması sözkonusu.

Ancak En Karanlık Saat gibi filmlerin akıldan ırak tutulmaması gereken bir başka yönü ise, belirli bir açıdan hakkı teslim edilmesi gereken kimi tarihsel figürleri salt bu yönleri ile idealize edip kahramanlaştırarak başka açılardan tarihteki konumlarına ilişkin büyük resmin gündeme gelmesinin önüne set koyulmasına katkı yapmaları. Hollywood bu işlevi genellikle sözkonusu figürlerin tarihteki bir yönüne vurgu yapmanın ötesinde ayrıca onların “insani” yönlerini de “perdeye yansıtarak” yapar, ABD-Britanya ortak yapımı En Karanlık Saatde böyle bir film. Oysa Churchill emperyal Britanya’nın ırkçı, sömürgeci ve işçi düşmanı devlet adamlarından biri: Amerika’nın ve Avustralya’nın yerli halkları için “onlara haksızlık yapıldığını kabul etmiyorum, kendilerinden daha üstün, daha güçlü ve daha zeki bir ırk gelip onların yerlerini aldı” diyen, Hindistan’da İngiliz sömürgeciliği karşıtı Gandhi açlık grevine başladığında  “Ölse de kurtulsak” diyebilen, o dönem İngiliz hakimiyeti altındaki Bengal’de kitlesel açlık başgöstermesinin sebebini Bengallilerin “tavşanlar gibi üremesi” olarak gösteren, Galler’de grevdeki işçilerin üstüne askeri birlikleri süren, Londra’da bir grup anarşistin hücre evine düzenlenen baskın esnasında yangın çıkınca itfaiyeye yangına müdahale etmemeleri talimatını veren bir şahsiyet Churchill aynı zamanda. Kuşkusuz En Karanlık Saat, tam teşekküllü bir Churchill biyografi filmi değil, böyle bir iddiası da yok, Churchill’inyaşamının yalnızca bir ayına odaklanıyor ancak yine de Churchill’in filmde idealize edilmesisorunlu. Hatta film, Churchill’in metroya binerek siyahi bir yurttaşla sohbet etmesiniiçeren kurgusal bir sahne dahi içeriyor!...

Bu arada En Karanlık Saat’e dair ilginç bir not da konusunun geçen yıl izlediğimiz ve yine bu yılki En İyi Film Oscar adayları arasında yeralan Dunkirk’le (2017) aynı dönemde geçmesi ve hatta aynı tarihsel vakanın, Avrupa’da Nazi Almanyası karşısında bozguna uğramış Britanya birliklerinin Dunkirk sahilinden başarıyla tahliye edilmelerinin farklı veçhelerinin öykülenmesi; Dunkirk, bu tahliye operasyonunun kendisini perdeye getirirken En Karanlık Saat ise sözkonusu operasyonun Churchill tarafından nasıl kararlaştırılıp planlandığını aktarıyor. İşin püf noktası şu ki, her iki film de Churchill’in ünlü “asla teslim olmayacağız” konuşması ile bitiyor. Bu konuşmanın son cümlesi ise şu: “Yeni Dünya, eski dünyayı kurtarmak için bütün gücüyle öne çıkıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz.” Dunkirk’e dair bu köşedeki yazımda da işaret ettiğim üzere,buradaki “Yeni Dünya”’dan kastın, ABD’den başkası olmadığını söylemeye gerek yok!

Foxtrot

Haftanın en iyi filmi ise Venedik Film Festivali’nde ikinci en büyük ödül olan Gümüş Aslan’ı kazanan ve İsrail’in bu yıl “Yabancı Dilde” (yani İngilizce’den başka bir dilde) En İyi Film Oscar adayı olan ama bu kategoride nihai beş aday arasına giremeyen, Türkiye’de izleyici karşısına ilk kez geçen yıl Filmekimi’nde çıkmış olanFoxtrot. Anti-militarist bir kara mizah filminiteliğindeki Foxtrot, İsrail Kültür Bakanı tarafından “İsrail karşıtlığı ile işbirliği yapmak” ve “sanat kisvesi altında dünyanın en ahlaki ordusu hakkında yalanlar yaymakla” suçlanmış, yönetmen Samuel Moez ise bu suçlamalara “Yaşadığım yeri eleştiriyorsam bu onun hakkında endişelendiğim, onu korumak istediğim, onu sevdiğim içindir” diye karşılık vermişti.

(*) Filmin Türkçe adındaki tuhaflık, yanlış çeviriden kaynaklanıyor; doğrusu: ‘Ebbing, Missouri, Çıkışındaki Üç Billboard’.