Eskiden "sürdürülebilirlik" kavramıyla daha seyrek karşılaşırdık. İngilizcedeki "sustainability" sözcüğünün günlük hayatımıza girmesinin bu kadar gecikmesi aslında yadırgatıcı. Türkiye, bir sürdürülemezlikler ülkesi olarak 1990'ların başından beri debeleniyor çünkü:
Sürdürülemeyecek de, nasıl başka sürdürülebilirlikler bulacak?
Sürdürülemez diye düşünülen ve uzunca zamandır sürdürülen sürdürülemezlikler yoksa sürdürülemez değil mi?
Bu tür türkçemizi zorlayan ve Ali Mert için uygun hammadde sayılabilecek çeşitlemeler ekonomi ve siyasette kırılma noktalarıyla birlikte yeni dönemler açılmasına neden olur. Kriz dediğimiz şey, biriken sürdürülemezliklerin tıkanma noktasında hep birlikte şekil değiştirmesidir.
Konuyu siyaset boyutuyla birlikte maddi hayat açısından da ele almakta sonsuz yarar bulunuyor. İktisat dediğimiz şey, kimilerimize "anlaması" ihale edilen bir bilgi seti değil, gündelik hayatımızın fiziki/maddi sürdürülebilirliğinin analizidir.
Sürdürülebilirlik kavramı, çevre hareketinin ötesinde zenginleştirici bir araç olabilir. Mesela Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe gibi Türkiye'nin en kalabalık, futbol hastası ve yüksek gelirli bölgesinin köklü takımının başında kalmayı nasıl sürdürdüğü, bir tez konusu olarak bu ülke topraklarına büyük katkılar sunacak bir çalışma olur.
İktisat alanına döndüğümüzde günlük hayatımızın maddi temeli açısından en önemli "sürdürülebilirlik" bahsini inşaat-gayrimenkul sektörü kaplamaktadır. Elbette cüssesiyle…
Öncelikle iki farklı veri seti arasında bir çelişki olduğuna dikkat çekilmeli. Konut satışlarında bir patlama yaşanırken, inşaat izin ve yapı ruhsatlarında (iskân izni) ciddi bir gerileme bulunuyor. Bu durum bir zirve (pik) yaşadığımız ihtimalini güçlendiriyor. Gerek finansman koşullarında daralma beklenmesi, gerek konut alıcısı kesimde bir doygunluk noktasına yaklaşılması, üçüncü döneminde de inşaattan "geçinme" hevesindeki iktidar partisi için önemli bir güçlük barındırıyor.
Aylık konut satışları nisan ayında bir önceki yıla göre yüzde 42,7 artarak 120 bine vurmuş. Bunun beşte biri İstanbul'daki satışlar. Bu satışların yaklaşık yarısı yeni satış, diğer yarısı da ikinci el satış. İstanbul'da satılan 23 bin 700 konutun 10 bin 650'si yeni konut.
Bu, dört yıl önce satılan konutun yaklaşık dört katını ifade ediyor. 2011 yılı başlarında aylık konut satış rakamı yaklaşık 30 bin civarında. Parlak satış rakamının ardında seçimden belirsizlik çıkması ve fiyatların yükselmesi endişesindeki bir alıcı kesiminin mevsimlik hareketi de var. Her halükârda sürdürülemez bir artış trendi. Neden mi?
Her şeyden önce nüfus yapısı değişiyor. Şu an Türkiye'de nüfusun üçte ikisi 40 yaş altında. 40 yaş altı ile 40 yaş üstü nüfusu karşılaştırdığımızda nüfusun gençleşmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 40 yaş altı nüfusu tam ortadan ikiye ayıracak olursak 20 yaş altı nüfusla 20-40 yaş arası nüfus arasındaki farkın çok kapanmış olduğunu görebiliriz. Nüfus artışı yaşayan bir ülkenin genç nüfusunun daha kalabalık olması beklenir, yani bir piramite benzer. Oysaki artık Türkiye için nüfus piramidin silindir haline gelmekte olduğu belli.
Bu ne demek? Bugünkü İstanbul'da ayda 10 bin adet yeni konut alıcısının 10 yıl sonra da, 20 yıl sonra da belirgin bir artış kaydetmeyecek olması demek. Çünkü ev ihtiyacı olanların sayısı artık artmayacak.
İnşaat sektörü bu gerçeğe bir refleks olarak iki strateji belirlemiş: İlki, gelir artışı yaşayan kesimler için mevcut konutunu satmayı teşvik eden markalı konut tabir edilen, "nezih" bir site ortamı vaat eden mahalleler. İkincisi de deprem güvenliğini sağlamak amacıyla mevcut konut stoğunun olduğu yerde yenilenmesi. Her iki seçenek de hane halkının yüksek bir tasarruf yapabildiğini varsaymakta veya dönüşüm için mevcut kullanım alanının yaklaşık yarısını feda ederek çok daha küçük konutlarda yaşamaya ikna olmasını beklemektedir. Üstelik dönüşüm modelinde, müteahhitlere kalan dairelerin “yeni ev alıcısı” kesimler tarafından istikrarlı bir talep göreceği varsayılmaktadır.
Bir de "değirmenin suyu" meselesi var. Bu kadar boş konut stoğu nasıl birikti ki yeni başlangıçlar yaklaşık yarıya düştüğü halde satışlar yüzde 40-50 artabiliyor? Bu, geride bıraktığımız global ekonomik koşulların yarattığı bir şişme. Özel sektör borçlanıyor, krediler müteahhitlere akıyor, kentleşme üç büyük kent haricinde de hızlanıyor, bitirilen konutların satılamayan kısmı teminat gösterilerek bankalardan yeni projeler için bol para bulunuyor...
Konut bir üretim aracı değildir. İnşaat esnasındaki faaliyet haricinde ekonomiye bir katkı sunmaz. Türkiye, boyundan büyük bir şişmeyle karşı karşıya. Üretime, eğitimli işgücüne, teknoloji ve altyapıya bakıyorsunuz, inşaat sektörünün ağırlığı çok fazla. Üstelik alıcılar küçülen tarım, yerinde sayan sanayide değil, ağırlıklı olarak hizmet sektöründe. Yani inşaat sektörü, o çok moda “yüksek katma değer” üretmesi istenen üretimi düpedüz baltalıyor.
Konut kredileri, orta gelir gruplarının tüketimini düşürür, yani aylık gıda-giyim-eğlence masraflarının kısılmasına neden olur. Krizlerde ise en tehlikeli kredi türlerinden biridir, çünkü hem zaten kısılmış olan hane halkı bütçesi, işsizlik nedeniyle hızla konut kredi taksidini ödeyemez hale gelebilir, hem de sabit faizli ve uzun vadeli oldukları için faiz yükselişi, bankaları ciddi zarara sokarak öz kaynaklarını tahrip eder.
Gelelim işin sosyolojik boyutuna. İki evi, bir de emekli maaşı olanların, bir kira ile yüksek gelirli sayılabildiği bu ülkenin çok özel bir muhafazakârlık yapısı var. Lokantalar, yüksek kira ödedikleri için kalitesiz ve pahalı, hizmet sektöründe çoğu kez kira giderleri, personel giderlerini aşar... Bunlar Türkiye ekonomisinin hem arızası, hem de tüm arızalarıyla birlikte kendini sürdürebilme kaynağıdır. Öyle ya nüfusun yüzde 72'sinin işgücünde olmaması başka nasıl açıklanabilir? Türkiye OECD ülkeleri arasında işgücüne katılımı en düşük ülkedir. Türkiye'de yaklaşık 17,3 milyon ücretli, 5,5 milyon esnaf dahil olmak üzere "patron" var! Üstelik ücretlilerin yalnızca 5 milyonu sanayi işçisi. Çoğu hizmet sektöründe (TÜİK Şubat 2015 İşgücü Anketi).
Sanayi patronlarının fabrika arsalarını siteye, AVM'ye çevirip büyük paralar kazandığı bir dönemde Türkiye, 10 yıldır geleceğini karartarak "gül gibi geçinip gitmiş"tir. Yani sürdürmüştür.
Türkiye toprağı, krizlere gebe olmaktan daha önemlisi, gayrimenkul çöküşü ihtimalinin yükselmesi nedeniyle hızlı bir sosyal dönüşüm ve çalkalanmaya gebe. Bu, alıştığımız 1,5 sene süren, önceki dönemin birikimini yediğimiz krizlerden olmayacak. Karşımıza yanıt verilmesi gereken ciddi egemen ideoloji çatlakları çıkaracak. Aynı Latin Amerika ve Güney Avrupa kuşağında veya Lübnan’da olduğu gibi, dayanışma bacağına yaslanmayan siyasi hareketler, sadece eşitlik ve özgürlük reçeteleriyle kolay mevzi kazanamayacaklar gibi görünüyor.