23 Haziran sonrası “yeni dönem Türkiye’sine” ilişkin tartışmalar sürüyor.
İniş eğrisine geçen AKP rejiminin iktidarda kalmak, başkanlık sistemini ve kendi bekasını sağlama almak için nasıl bir yol izleyeceği de elbette tartışılıyor. Ancak ilginç olan, Babacan’ın çıkışının karşılık bulmasından CHP’nin de pay kapabileceği “büyük koalisyon” senaryosuna kadar tartışılanlar, sanki AKP zaten iktidardan düştü/düşecek havasında yürütülüyor.
Hatta öyle ki S-400’lerin gelişiyle “emperyalistler getirdi, onlar götürecek” keskinliklerine varan çıkarımlar da ortaya döküldü. Son yıllarda ulusal solun gözde temalarından biri olan “emperyalistler milli hükümeti devirmek istiyor” tespiti, bu kez bambaşka kanallardan “milli hükümet” kısmı dışarıda tutularak benimsenmekte.
Bu noktada temel bir hatırlatmayı yapmak durumundayız:
“Bütünleşme daima karşılıklı ilişkileri gerektirir; yani emperyalizmin baskı altına aldığı ve sömürdüğü ülkeler, hatta en geri düzeyde bile, toplumsal içeriği olmayan, emperyalizmin dilediği gibi içini doldurduğu ‘boş bir kap’ değildirler; emperyalizm, toplum içi güçler ve koşullar üzerinde oynayarak ve onların direncini kendi isteğine göre yönlendirerek işleri yürütür. Başka bir deyimle toplumların her zaman kendi iç dinamikleri vardır”
Türkiye İşçi Partisi programının 4. baskısından bu alıntı, yıl 1977.
Nitekim yıllardır çeşitli tartışmalarda “boş kapçılık” olarak anılan bir eğilimin duru bir ifadesi, bugün yeniden anlam kazanıyor.
Kuşkusuz emperyalistlerin pek çok niyeti, projesi, isteği olabilir ve vardır da. Ne ki “onlar götürecek” kısmına odaklanmış, “iç dinamikleri” büsbütün önemsizleştiren ya da onu müphem biçimde “sol müdahale” temennisine indirgemiş bir yaklaşımın, devrimci müdahalenin imkanlarını arayan bir çizgi izlemesi mümkün değildir.
İç dinamiklere odaklanmak gerekmektedir.
Birincisi, karşı tarafta yıllar yılı “evde zor tutulduğu” iddia edilen, çeşitli siyasi reaksiyonlar almaktan pek de sakınmayan, rejimle bütünleşmiş, hem nalına hem mıhına “Reisçi bir kitle” vardır.
Aradan geçen 17 yılda köprünün altından çok sular akmış, toplum değişmiştir.
AKP kendi suretinde bir toplum yaratmıştır.
Bu faşizan toplumun, siyasal ve ideolojik temsilciliği bizatihi AKP tarafından oluşturulmuştur. Bu faşizan toplumda vücut bulan, geçmişteki ırkçı, Türkçü/Turancı, milliyetçi faşist akımların bir devamı değildir. Geleneksel faşist akımın niteliksel olarak içerilmesini ve aşılmasını ifade eden, dünya kapitalizminin güncel eğilimiyle rezonans tutturabilmiş ve kitleselleşmiş bir akımdır karşımızdaki.
Geçmişteki ümmetçiliğin, günümüzün neoliberal “ulusçuluğuyla” modifiye edildiği yeni bir türdür aslında bahsettiğimiz; Reisle hülyalanan ülkücünün, “ölürüm Türkiye” ile ruhsal yakıtını sağlayan yeni İslamcının, krizle, rövanş arzularıyla, hınçla destanlaşabileceği bir toplumsal potansiyel, dinamik.
Bu “yeni türü”, AKP’li yıllar boyunca kazanılan olanca özgüllüğüyle sorunsallaştırmak, ciddiye almak durumundayız. Zira AKP’nin siyasi bekası için “benden sonrası tufan” diyeceği yerde, silahlanan çete liderlerinin, SADAT’ların, heyecanlanan “Osman amcaların” (Kılıçdaroğlu saldırganı); gazetecileri fişleyen, hedef gösteren raporların (SETA); gün yüzüne çıkan işkencelerin güvendiği bir toplumsal zemin vardır.
Dahası Türkiye’deki siyasal süreçlerin yakın/orta vadedeki seyri ve Saray Rejimi ile AKP iktidarının geleceği ne olursa olsun, bu zeminin varlığını sürdüreceğini ve kitlesel bir güç olarak siyaset sahnesindeki yerini koruyacağını söyleyebiliriz.
Bir “iç dinamik körü” için olasılıklar, ittifaklar, senaryolar yanında bu toplumsallığın esamesi yoktur.
İkinci olarak, olanca heterojenliği ve örgütsüzlüğüyle bir de bizim taraf vardır.
Muhalefet blokunun, CHP ve HDP’de siyasi karşılığını bulan ancak özlemleri onları aşan geniş yığınlarıdır bahsettiğimiz. CHP daha fazla sağa meylettiği için veya İmamoğlu “dindar minnoşluklar” yaptığı için yahut adıyla “Kılıçdaroğlu doktrini” çok matah bir şey olduğu için değil, düpedüz “AKP kaybetsin” diye politik tavır koyan milyonlar…
Evet, AKP kendi suretinde bir karşı-toplum da yaratmıştır.
Bir “iç dinamik körü” için bu taraftaki toplumsallık, bir ayağı Gezi’ye diğer ayağı sınıf öfkesine, kriz yorgunluğuna basan bu toplumsallık, aldatılmış, geleceğini sahte umutlara bağlamış “bilinçsiz” yığınlardan öte anlam taşımıyor.
İlginç olan, “Kılıçdaroğlu doktrini tuttu” diyen de, sabah akşam CHP’nin sürekli sağa kaydığından dem vuran da aynı noktada birleşiyor: Bir iç dinamik olarak yok sayılan rejime muhalif kitleler.
Bir soruyla bitirelim: Bizler, sosyalistler, devrimciler bu koşullarda “kim kimi götürür, kim ne kadar sağcılık yapar” gibi pedagojik sağlamalarla, senaryo yazarlıklarıyla mı uğraşacağız, yoksa kitleleri daha fazla siyasi katılım göstermeye, özne olmaya, talepkar olmaya, “oy verenin talep de etmesini” desteklemeye mi çalışacağız?
Haftaya buradan devam edelim…