Empati şart

Mültecilik; eskiden tüm dünyanın bir şekilde ört bas edebildiği bir insanlık sorunuydu. Fakat artık durum böyle değil. Yine de hȃlȃ pek kimse parklarda, kamplarda, çadırlarda yaşayan insanların dramını görmüyor, hatta kimileri savunmaya geçiyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin halkların bir kısmının mültecilerle empati kurmaya çalışıp dayanışma gösterdiğini, bir kısmının ise önyargılar ve genellemeler sebebiyle nefret söylemleri üretip ırkçı bir tutum sergilediklerini görürsünüz. Halbuki mültecilik; bir tercih değil durumdur, haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için kolay kolay olanak sağlanmaz. Her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler, oysa ki uluslararası hukukun da tanıyacağı 'mülteci statüsünün' verilmesiyle mülteci sorunu asgariye indirgenir.

Sözlüklerde anlamı 'sığınmacı' olarak geçen mülteciler aslında ne geri dönebilir ne de geldikleri yerde kalabilirler. Tutunmaya çalıştıkları topraklarda yaşam biriktirseler bile ülkelerinde kalamadıkları, köklerini de oradan koparamadıkları için mutsuzdurlar. Nitekim özne olmaktan vazgeçip geldikleri yerde öteki olmak durumunda kalırlar.

Kemal Siyahhan'ın "Mülteci" adlı romanında Afgan mültecilerin sorunları açıkça önümüze serilir. Romanın baş karakteri Ezelhan'ın penceresinden seyrederiz 'Küçük Afganistan' denen Zeytinburnu'nu. Ezelhan; Amerika'da eğitim görmesine rağmen ailevi durumlar nedeniyle ülkesine dönmek zorunda kalmış, sonra da Amerika'ya bir daha adım atamamıştır. Oturma / çalışma izni olmadığı için maddi sıkıntılarla boğuşmaktadır, öyle yalnız ve biçare durumdadır ki salonun köşesine ağını kurmuş örümcek en yakın arkadaşı olur. "Saat gecenin birine geldiğinde tavandaki örümceğe veda edip odama çekiliyorum. Yatağa bir çuval gibi atıyorum kendimi, o denli yorgun ve bitap hissediyorum ki yorganı üzerime çekmeye bile üşeniyorum. (...) Karanlık ayıpların gizlenmesinde kolaylık sağlayabilir ama umutsuzluğu, çaresizliği çağrıştırdığı için sevmiyorum karanlığı. Ne olursa olsun şikayet etmemeliyim, avını bekleyen örümceğe yaşama şansı tanıyor olabilir bu karanlık." (Siyahhan 2016: 59)

Kendisi de benzer bir sebeple Kanada'ya yerleşen Dimitri Nasrallah "Niko" adlı romanında savaş, göç ve sığınmacılık gerçeğini sürükleyici bir üslupla verir. Sürgünün acıları, küçük bir çocuğun var olma telaşı,  kayıpları, geride bıraktıkları , yeni bir ülkeye & yaşama uyum sağlama çabaları bizi en derinimizden yaralar. Çocuğunun yaşamının uzun bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmesini istemeyen baba dünyada cennet diye bir yer kalmadığını bilse de Lübnan'dan kaçıp oğluna sığınabileceği bir liman bulmaya çalışır. Niko "Bir çocuğun evi varken diğerinin olmamasına kim karar veriyor?" (Nasrallah 2016: 68) diye düşünürken önünde karmaşık bir uzam belirir.

Ivana Bodrožić ise "Hiçbir Yer Oteli"nde savaşın orta yerinde umudunu kaybetmeyen, annesi ve ağabeyiyle altı sene boyunca küçücük bir otel odasında yaşayıp hayat mücadelesi veren dokuz yaşında bir kızı anlatır bizlere. Hırvatistan'ın iç savaşla tanınmaz hale gelmiş Vukovar şehrinde yaşamın nasıl değersizleştiğini, savaşın nasıl olağan hale geldiğini, yıllar içinde Zagreb'de sığınmacıların nasıl ötekileştirildiklerini aktarır. Ağabeyi barınma sorununun çözümü için cumhurbaşkanına yazdığı mektupta "Bütün bu zaman sevgiyle acı çekip bekledik ama şimdi canımız çok çok acıyor. Bütün toplumsal olaylarda kendimizi ötekileştirilmiş, istenmemiş ve unutulmuş hissediyoruz," (Bodrožić 2015: 70) derken kız ise "Hamamböcekleri buraya bizden önce gelmişlerdi, anlaşılan o ki daha da kalacaklar ya da hiç gitmeyecekler. Yaşam biçimleri hiçbir şeye bağlı değil, zaman geçtikçe anladığımız gibi bizimki de;" (Bodrožić 2015: 106) diyerek yetkililerce 'otele' yerleştirildiklerinin bile unutulmuş olabileceğini hissettirir.

Ah, ah... Yetmediyse anlattıklarım Suriyeli mültecilerin yaşamlarını ülkelerini terk edip Türkiye'ye sığındıkları ilk zamanlardan beri fotoğraflayan, onların yaşadığı olumsuzluklara tanıklık eden Kerem Yücel'in fotoğraflarına bakıp Serdar Korucu'nun metinlerini okuyun. "Misafir" de anlatılanlar ve gördükleriniz savaşın insanları yersiz yurtsuz bırakarak nasıl yollara düşürdüğünü ve misafir ile ev sahibi ilişkisini gözler önüne seriyor. "O kadar çok insan öldürdüler, yaktılar ki yanmış ceset kokuları şehre yayıldı. Biz de namluyla karşılaştık ama bir asker hayatımızı bağışladı. Savaşta tetiği çekenleri de şehit düşenleri de tanıyorduk." (Yücel & Korucu 2016: 30)

Geçen sene fotoğraf üzerinden çocuk sığınmacıların hayata katılımlarını sağlamak amacıyla bir proje gerçekleştiren Sinan Kılıç, Serkan Çolak, Murat Eşiyok, Mohammad Shokooh ve Jean Pierre'i  anımsayın. İki haftada bir kez İzmir'deki sığınmacı çocuklarla bir araya gelerek çocukların kent hayatına katılımlarına destek olmak için drama ve fotoğraf atölyeleri gerçekleştirilmiş, proje bitiminde çocuk fotoğrafçıların çektiği fotoğraflar sergilenmişti. Ayrıca birlikte yaşamanın mümkün olduğunu gözler önüne seren sanatçılara ait fotoğraflara da http://www.mahzenphotos.com/ sitesinden erişebilirsiniz.

Evet, mültecilik; bir tercih değil durumdur, haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için kolay kolay olanak sağlanmaz. Her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler. Kısaca söylemek gerekirse empati şart. Nitekim 'Ne oldu da bu insanlar ülkelerinden ayrılmak zorunda kaldılar? Peki ya geldikleri, tutundukları topraklarda ne yaşadılar veya yaşıyorlar?' sorusunun tek bir yanıtı var.

* Görseller: Sinan Kılıç / Mahzen Photos

* Hiçbir Yer Oteli, Ivana Bodrožić, Çev: Zeljka Milanko, Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık, Kasım 2015.

* Niko, Dimitri Nasrallah, Çev: Seda Çıngay, Everest Yayınları, Şubat 2016.

* Misafir, Kerem Yücel & Serdar Korucu, Can Yayınları, Nisan 2016.

* Mülteci, Kemal Siyahhan, Sel Yayıncılık, Ağustos 2016.