"Kendi özümü yeteneğimi öğrenemedim, bunun için çok uğraştım ve çaba gösterdim. Neyi sevdiğimi bilmiyorum, ne olmak istediğimi bilmiyorum, ne okumak istiyorum bunu dahi bilmiyorum. Benim yaşımdaki insanlarla aramda uçurum var, her konuda benden daha üstünler.”
Bu sözler geçtiğimiz günlerde intihar ederek yaşamını yitiren Furkan Celep’e ait. Henüz 18 yaşındaydı Furkan, bir kargo işçisi...
Kötü olmanın zeka belirtisi, vicdansızlığın “cool olma”, her şeyi mutlaka mizaha dönüştürmenin “gelişkinlik”, sığlığın harbilik sayıldığı bir dünyada, garip de olsa herkes Furkan’ı sarmak istedi. Hatta mektubun yarattığı yoğun duygudaşlığa bakılırsa falezlerden düşen sadece Furkan değildi.
Falezlerden düşen yalnızca Furkan değildi; diplomalı “işe yaramaz” gençti, “atanamayandı”, artık “yataktan da kalkamayandı” ve ne “özünü” ne de yeteneğini düşünecek takati kalmayandı. Ruhu fazla haşlanmış patates gibi pelteleşenin, isyan edilecek yaşlarda üç kuruşa asker gibi market reyonunda bekletilenin, dünyaya “domuzlanmak” isterken çağrı merkezinde letafet ve nezaketle çalışanın, aynı falezlerden düşmediğini söyleyemeyiz.
Kalkılamayan yataklarda, gidilemeyen yollarda, yetişmeyen paralarda, edinilemeyen yeteneklerde, bulunamayan özlerde, sonu baştan yazıldığı düşünülen hayatlarda, sığmayan bedenlerde, dolmayan duygularda, aynı kanırtan acıyı görebiliriz…
Her ayrıntısıyla politik bir intihar karşımızdaki.
Egemen sınıfın egemen fikirlerine göre böyle değil elbette. Onların fikrine bakacak olursak, “mutlu olma yükümlülüğünü” yerine getirmediği için, anlaşmayı baştan bozduğu için kusur, intihar edende. Bir elinde sarı güvenlik şeridiyle faleze koşturan “egemen sınıfın egemen fikirleri”.
Onlara kalsa, mutsuzluğumuz tümüyle bireysel. Zira hayat hesaplanabilir bir işlem; kişisel gelişebilir, fırsatlar dünyasına atılabilir, hissizliğinizi bakım kremiyle giderebilir, boşluk duygunuzu kredi kartına taksitle doldurabilirsiniz.
Kapitalizmin işsiz bırakarak, aç, eğitimsiz, olanaksız bırakarak, sömürerek, yorarak, bunaltarak, insanlar arasında muazzam yabancılaşmalar oluşturarak, rekabet ettirerek, “insani kapasiteyi”, kolektif davranma yeteneğini baştan sakatlayarak ve daha türlü yollarla mutsuzluğu, depresyonu yarattığı açık oysaki.
İşin ilginç yanı bu tespit doğru olmasına karşın tartışmalı yanlar da barındırmaktadır. Zira tıpkı “kültür endüstrisi” kuramlarında olduğu gibi insanın özneliği tümüyle yapı tarafından kalıba alınmakta, yapının “gördürdüğü”, “düşündürdüğü” tek boyutlu insanlar, bu dev mutsuzluk ve depresyon aygıtına yenik düşmektedir.
“Yenilgi” kuramın başı olunca “elveda proletarya” ile “elveda insan” arasındaki bağ düşünüldüğünden daha yakın oluyor. Diğer bir deyişle devrimci kapasitesini yitiren sınıfla, insani kapasitesini, özne oluşunu tüketen ve öz-yıkım dışında seçeneği olmayan birey arasındaki bağ ortaya çıkıyor.
Oysaki insanın özne oluşu tarihten koparılamaz…
Böyle bakıldığında anti-kapitalizm politik önermeleri olan bir hatta dönüşebilir. Kapitalizmin yıkıcılığına karşı dayanışmanın, yabancılaşmaları aşındırmanın, başka bir yaşamın mümkün olduğu duygusunu verebilen “kültürleşmenin” öne çıkarılması, ancak hala tümüyle içi boşalmamış insan-özneyle mümkündür.
Konunun kuramsal bağlamı için iyi bir zemin oluşturan Marx’ın 1844 Elyazmaları ve yabancılaşma kavramı, bir dönemin politik taraflaşmalarında fazla hızlıca tüketilmiştir. Bugünün verileriyle yeniden bakmak ve pratikle sınamak hayati hale gelmiştir…