Eksantrik Dracula’ya kısa bir uğurlama

İnsanlık hâli. İnsanın soru soran, sorularına yanıt arayan, buldukları yanıtlarla coşup yükselen hâli… İlgi ve merakla başlıyor her şey. Eşten, dosttan, çevreden, dinlenen bir şarkıdan, izlenen bir filmden vb. kapılıyor ve geliştikçe gelişiyor.

Giderek yoğunlaşabiliyor bu ilgi sonra.  İlgilendiği konuya sevgisi de büyüyor insanın. Zamanla vazgeçilmez sibr tutkuya ve belki de uzmanlığa dönüşüyor. Biraz da takıntıya. İlgi alanına göre değişecek şekilde, konuya dışarıdan bakanlar “eksantriklik”, “cinslik” yahut “kaçıklık” olarak değerlendirebiliyorlar bu takıntılı hâli. İçeriden, her şey gayet “doğal” görünüyor hâlbuki. İlgi, merak, tutku, takıntı… belki de zaaf.

Arada içeriden, arada dışarıdan bakabilenler; tutkunun nerede bittiğini, zaafın nerede başladığını daha iyi değerlendirebiliyorlar.

İlgi ve meraklarını böyle yoğun yaşayan insanlar hep varlar. İyi ki de varlar. Şu yavan dünyamıza biraz renk katıyorlar. Bir gün aramızdan ayrılsalar bile, o tutkulu varlıklarının gücüyle, geleceğe bir şeyler bırakıyorlar.

Kısa süre önce kaybettiğimiz sinema yazarı ve sinemada/edebiyatta/hayatta belli “janr”ların hayranı/yayıcısı Giovanni Scognamillo da - tanıyabilidiğim, gözlemleyebildiğim ve okuyabildiğim kadarıyla - böyle birisiydi.

“Tanıyabildiğim” derken, tanışıklık hikâyesi çok kısa. Eski sinema yazarı arkadaşlarımdan biri olan Zahit Atam’ın peşine takılmış, sanırım onun Yeni Sinema dergisi için yapacağı bir röportaj kapsamında Bay Scognamillo’nun evini ziyaret etmiştik. O ikisi samimiydi, ben yeni bir tanış... Onlar bir masanın etrafında, Halit Refiğ, Metin Erksan, Lütfi Akad vb. sinemamızın “ağır yönetmenleri” ve “ulusal sinema var mıdır, yok mudur, varsa ne kadar ulusaldır” gibi yine “ağır konular” etrafında birtakım bilgiler paylaşır, tartışmalar yaparken; ben de civardaki Dracula pelerinlerine, her yanı kaplayan vampir heykellerine, evin karanlık havasına, artık müzelik değeri olan eski müzik ve video kasetlerine, bantlara, çizgi romanlara, korku filmlerinden fırlamış biblolara vb. bakıp “Ne oluyo yahu, nereye düştük böyle” demiştim. İçimden tabii...

Anlaşılan o ki, evin atmosferini, elindeki asanın şeklini şemalini, giydiği pelerini ve genel olarak kılığı kıyafetini de hafiften Dracula’ya ve onun dünyasına benzeten bu ilginç kişilik, yazdığı sinema tarihi kitaplarında belli birtakım “türler”e dalıp giderken, kendi yaşamında da aynı şekilde dalıp gitmişti bu derin mevzulara.

Sonrasında bu yönüyle çok ilgi alanıma girmedi Giovanni Scognamillo. Sinema tarihimiz üzerine kaleme alınmış ve konuyla ilgili her tür çalışma için en önemli referans kaynaklarından birini oluşturan iki ciltlik “Türk Sinema Tarihi” ile okuyup “tanıdım” yalnızca kendisini. Sonrasında sinemamızın farklı türlerdeki (janrlardaki) verimini ortaya koyan daha uzmanca çalışmalarına doğru yönelmedim. Yani “Fantastik Türk Sineması”, “Erotik Türk Sineması”, “Bay Sinema Türker İnanoğlu” vb. çalışmaları ilgi alanıma girmedi. Belki ileride…

“Dracula, Ölümsüz Mitos”, “Frankenstein’ın Laneti”, “Canavarlar Yaratıklar Manyaklar”, “Dehşet Öyküleri” gibi onlarca değişik kitaba imza atan bu “eksantrik” insan, bir yandan da sol siyasi hareketimizin genel imza kampanyalarında destekçi olarak yer alıyordu. Kalbi soldan atan, solla atan biriydi yani.

Evvelki hafta ölüm haberini almamızın ardından da, bir dönem sahaflarda bulup aldığım, uzun zamandır okunma sırasını bekleyen ama elimin/aklımın bir türlü gitmediği bir kitap, “İstanbul Gizemleri - Büyüler, Yatırlar, İnançlar”, diğer kitapları sollayıp sıranın en önüne geçiverdi. Normalde gizemlerle, hele büyülerle, yatırlarla vb. hiç işi olmayan materyalist bir insan olarak, “bakalım neler varmış” diye okuduklarımız arasına katılıverdi.

İzlenimim, Scognamillo’nun evine yaptığımız ziyarette edindiğim izlenimle hemen hemen aynı oldu: “Ne oluyor bu kitapta yahu, nereden düştük buraya!” Madame Blavatsky, Giuseppe Balsamo, Nicolas Flamel gibi garip adamların, Gül-Haç, Altın Şafak gibi saçmasapan örgütlerin arasına… Yolu İstanbul’dan geçen gizemciler, simyacılar, kara büyücüler, ak büyücüler, cinciler, üfürükçüler, şunlar bunlar… Dikilitaş, Kız Kulesi ve Surlar’la ilgili gizem dolu hikâyecikler…Doğu’nun özel sırlarını İstanbul’dan (ya da Mısır’dan, Hindistan’dan vb.) kapıp Batı’ya pazarlamaya çalışan uyanıklar, bilgeler ve şarlatanlar…

Giovanni Scognamillo, bu kitapla ve bu kitapta referans da verdiği ve 70’li yıllardan itibaren çok baskı yapmış olan “Uzaydan Geldiler”, “Geleceğinizin Anahtarları” vb. kitaplarıyla, belli ki, bu toprakların Erich von Daniken’liğine soyunacak denli gizemli konularla ilgili, bu tür konularda “merak” ile “zaaf” arasında gidip gelen,  “tutkulu” ve/veya “takıntılı” bir ağabeyimizmiş…

Yalnız Daniken gibilerden çok önemli birkaç farkla: Birincisi, ele aldığı konuların kültürel/folklorik boyutlarını da araştıran biri Scognamillo. Pertev Naili Boratav gibi değerli yazarların kaynak kitaplarına başvurarak, “dalıp gittiği” batıl inançların tarihî/kültürel referanslarını ortaya koyabiliyor. Tabir-i caiz ise “madde dışı dünya ve anlatılar”a maddeci müdahalenin olanaklarını dışlamıyor.

İkincisi, kendi adına ilgilendiği konulara “kaptırıp gitmiş” gibi bir izlenim verse de, aynı konulara “dışarıdan bakabilme” erdemini ve mizah duygusunu da hiçbir zaman yitirmiyor, yeri geldiğinde şarlatanlarla dalga geçme fırsatını asla tepmiyor.

Son olarak, hani bazen Nâzım’ın ünlü “Otobiyografi” şiirine referansla, bazen de hiç referansa gerek görmeden, “… ama kahve falına baktırdığım oldu” diyebiliyoruz, üstüne fala bakıp yorumlarda bulunabiliyoruz ya, o konuda biraz dikkatli olmak lâzım galiba. Scognamillo’nun sözleriyle; “Bu işler, ilkin, fal merakı ile başlar sonra dallanır budaklanır ve gerektiğinde, başka ‘yasak’ yönlere kayar.” (age. s. 156)

Aman diyelim, şu “tavuk kanadı büyüsü”ne kadar kaymasın da:

“Lekesiz beyaz tavuktan, biri sağdan biri soldan olmak üzere, iki küçük telek koparılır. Teleklerin üzerine, kara is mürekkebiyle, bağlanmak istenen kızın adı yazılır. Sonra telekler üzerine getirilip bağlanır. Kırk bir kez kızın adı söylenip güvey evine doğru üflenir. Yetmiş elham, kırk bir kulvallah okunduktan sonra, telekler bir kırmızı beze sarılarak bağlanır. Üç kez üzerine tükürülür. Kırk kez…………..” (s. 161,2)

Giovanni Scognamillo, ilgi, merak ve tutkularının peşinde, ince işçilik yapmış, zahmet etmiş, uzun uzun anlatmış… Uğurlar olsun ona ve çalışkanlığına…

Lakin, özellikle en son “bağlama” meselesinde hiç bu kadar zahmete gerek yok, seviyorsanız gidin direkt konuşun bence…