Efsaneleştirme sorunumuz

Efsane yaratmaya meraklı bir toplumuz.

Burada, çoğu bugün hayatta olmayan insanların ve daha az olmak üzere geçmişte yaşanmış olayların efsaneleştirilmesinden söz ediyoruz. Başka ülkelerde böyle bir merakın hiç olmadığını söyleyemeyiz, ama bizdeki biraz aşırı boyutlardadır.

Son dönemler söz konusu olduğunda “hakikat sonrası” çağın etkilerinden de söz edilebilir. Gerçeğin uç noktalarda abartılmasıyla düpedüz uydurma arasında akrabalık vardır. Örneğin, yanında bebeği de olan tesettürlü bir kadının, belden yukarısı çıplak, ellerinde deri eldiven ve başlarında tuhaf bandanalar olan 70-100 kişinin saldırısına maruz kaldığı “olayı” düşünelim.

Bu haber ilk yayıldığında “Yapmışlarsa çok ayıp etmişler” diyen solcular olduğunu biliyoruz.

O halde, bir devrimci önderin geçmişte yaptıklarına ilişkin efsaneler yaratılırsa buna da inanlar çıkacaktır.

Örneğin, Doğu Perinçek’in bir açlık grevi sırasında bir şeyler atıştırırken kendisini gören Mahir Çayan tarafından bacağından vurulduğu gibi saçmalıkları yayan ve buna inananlar çıkmadı mı?

Şimdi, ABD’nin eski başkanlarından Roosevelt’in de benzer bir akıbete maruz kalıp İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bir buluşmada bu kez Stalin’in kurşunlarına hedef olup tekerlekli sandalyeye mahkum kaldığının ifşa edilmesini bekleyebiliriz…

***

Konumuz efsanelerdi, oraya dönelim.

Öğrendiğimiz kadarıyla efsaneyi mitten ayıran özellik, efsanelerin tamamen kurgusal/yapıntı olmayıp gerçekte yaşamış kişilerden ve olaylardan türetilmiş olmasıdır. Efsane, gerçek kişilerin özelliklerinin ve yaşanmış olayların akışının, abartılı ekler ve süslerle sıra dışı bir anlatıya dönüştürülmesi sonucunda ortaya çıkar. Böylece kişiler ve olaylar “efsanevi” özellik kazanmış olur.

Efsaneye döndüysek, başkalarını bırakıp kendimize, sola bakalım.

Düşüncemiz şöyle: Efsaneleştirilen kişiler ve olaylar tarih olarak ne kadar yakınımıza taşınmışsa, günümüzle ilgili sorunlarımız da o kadar fazla demektir. Daha açık bir deyişle sol, güncel tıkanıklıklarını ve sorunlarını, yakın denebilecek bir geçmişin kişilerini ve olaylarını efsaneleştirerek “öteleyebileceğini” sanmaktadır.

Bilinç yanı zayıf kalan bir güdü sayılmalıdır.

Örneğin, “68 kuşağından” söz edilirken bu kuşağın öncü isimlerinin neredeyse hepsinin okullarının parlak öğrencileri olduğunu, bir yabancı dili “mükemmel” konuştuğunu, çoğunun aynı zamanda belagat ustası hatipler olarak temayüz ettiğini söylemek bir tür efsaneleştirmedir.

Sol adına, ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın bir yararı yoktur.

Zararının olması ise ciddi bir ihtimaldir.

***

Günümüzde sola, sosyalizme yönelen genç insanlara kendi öncüllerini efsaneleştirerek sunmanın onlarda özgüven yerine bir “değersizlik” duygusu yaratmasının daha büyük bir ihtimal olduğu unutulmamalıdır. Öyle ya, belki okuldaki durumları pek parlak değildir, şu İngilizceyi bir türlü sökememişlerdir, bu arada kalabalık önünde konuşmaktan sıkılıyor da olabilirler…

Devrimin, adına “devrimcilik” denilen ve zaman boyutunda hiç değişmeyen bir “özün” kendini dışa vurması ve gerçekleşmesiyle geleceğini düşünmek yerine, her tarihsel dönemin kendi devrimcilerini yaratacağı görüşünü benimsemek gerekir.

“Tarihsel materyalizm” diyorsak, birincisi değil ikincisi buna uygundur.