Duygular ve siyaset: Yalnızlık, nostalji, hınç, haset…

Son yıllarda güncel siyasetten, iktidara ilişkin analizlere, kitlelerin yönelimlerinden, onay ve zor mekanizmalarına uzanan, geniş denilebilecek bir mesele havzasında “duyguların gücünden” sıkça değinilmeye başlandı.

Makalelerden basılı yayınlara/kitaplara, “duygulara” odaklanan pek çok ampirik çalışma, kuramsal bir sorunsallaştırmayı da ihmal etmeden üretilmeye devam ediliyor.

Sözgelimi yeni Türkiye belli bir “ruhla” karakterize olmakta, hınç, tahakküm, nostalji ya da narsisizm temel vektörler olarak öne çıkmaktadır. Kitlelerin ele gelmez sanılan duygularının, aşağılanma, haset, iğrenme, öfke ve kaygı olarak “kolektif bedenlerde” gezindiği tespit edilebilmektedir. Rıza ve zor denildiğinde  “duyguların örgütlenmesinden” bahsedilemektedir vb.

Oldukça değerlidir ve etraflı bir tartışmayı, eleştiriyi hak etmektedir.

Biz burada bir giriş denemesi yapmak istiyoruz.

Öncelikle son yıllarda olanın aksine geleneksel olarak siyasette “duyguların” küçümsendiğine, pejoratif kodlarla anıldığına daha çok rastlarız.

Oysaki bizi biz yapan, bu ülkenin insanı denilen şeyde “duygular” özel bir yerdedir. Oğuz Atay’ın Günlük’ündeki tespitiyle evet, biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet’in meselesine katılırız, ‘Palto’ bizi derinden sarsar. Batılı değerlendirir, biz severiz.

Dünyayı kasıp kavuran yeni kültürel örüntüler, internet çağı, sosyal medya patlaması ve ‘Ben Nesli’ denilen şey, bu özgünlüğe, coğrafyamızın “duygu yüklü politik/kültürel iklimine” yeni bir çehre kazandırmıştır kuşkusuz. Ne ki bu yeni çehreler, duyguların özlerinden tümüyle boşaldığı distopik bir evreyi işaret etmemektedir.

Hatta otoriter kapitalizmden, neoliberal politikaların yıkımından, kitlelerin “siyasetten kovuluşundan” ve beri yanda onlar elinde yükselen otoriter rejimlerden bahsediyorsak, “duygular” belki de hiç olmadığı kadar önemli hale getirmiştir.

Peki duyguların önemli olması ne anlama gelmektedir? 

İşte Batı’da uzunca bir süredir “duygular sosyolojisi”, “duygusal kapitalizm” gibi adlandırmalarla bizde ise son yıllarda yukarıda bahsettiğimiz “duyguların keşfiyle” cevabı üretilmeye çalışılan soru da budur.(1)

Bu yaklaşıma göre modern siyaset biliminde duygular; aklın “ötekisi” olarak, bilim, rasyonalite ve “çıkar” kavramının karşıtı olarak işaretlenmiştir. Duygu; kadınsıdır, ıslak bir zemin gibi kaygan, balçık gibi yutucu, tehlikeli, belirsiz ve arızidir. Ayaklanan kitlenin semptomudur duygu.

Modernizmin kötü şöhretli çocuğu pozitivizm, eleştiri oklarının hedefindedir. Nitekim frankeştaynlar yaratan akılcı düsturun eleştirisi “duygular sosyolojisinin” ana yatağı sayılabilir. (İronik olan, “duygusuz modernizmin” eleştirisinin, duyguyu akılcılaştırmakla ve hatta bir duygular katalogu yaratmakla sonuçlanması) 

Modern siyaset biliminin bir tür “duygu körlüğü”(emotions-proof) ile malül olduğu eleştirisidir gündemde olan. Kitlelerin “ekonomik çıkar” peşinde olan varlıklar olarak kavranması ise düpedüz indirgemeciliktir; hatta bu yaklaşım etik varoluşunu kutsayan üstenci bir entelektüel tavrı barındırır. (2)

Zira siyasal davranışı “çıplak” bireysel çıkarlar değil, duygu yüklü sembolik siyaset belirlemektedir. Öyle ki artık karşımızda yapılar bulunmaktadır. Hissetme yapılarından, kanaat endüstrisinden, simgesel sistemden, kanaat bloklarından, her şeyden önce zihinde gerçekleşecek “sembolik bir devrimden” bahsedilebilmektedir. (3)

Duyguların, “algı kategorilerinin” belirleyici olduğu “simgesel sermaye” de ayrıcalıklı bir çözümleme ölçeği haline gelmiştir.(4)

Bu noktada artık konu sınıf çelişkisi ve çatışması değil, aslen ezme-ezilmenin görünümleri, yarattığı duygulardır.(5)

Elbette kimsenin sınıf çelişkisini reddettiği yoktur. Ne var ki çelişkinin içinde yüzdüğü simgesel/duygusal/kültürel yapı öylesine çeşitlenmekte, büyümekte ve belirleyici hale gelmektedir ki artık “çıkardan”, “ekonomik kaygılardan” bahsetmek arkaik kaçmaktadır.

Sanıyoruz ki yazının bütününe bakıldığında “duygular ve siyaset” meselesine iki uç yaklaşım olduğu görülebilir. Küçümseyenler ayrıca ele alınmalıdır ama kimi haklı eleştirilerle birlikte “duygular siyaseti” yaklaşımını benimseyenlerin, duyguların nedenlerine, nedenler arasındaki öncelik ilişkisine(determinizm) daha fazla eğilmesi gerekmektedir.

Alan çalışmalarında, sayıları yirmi milyona yaklaşan “sosyal yardım alanlar” sıklıkla kendilerini “yalnız hissettiklerini” söylemektedir. Yalnızlık evet, duygu olarak yalnızlık, bir romans kalıbından fırlamış gibi duran yalnızlık, son derece katı ve sınıfsal bir zeminden yükseliyor. “Hissetme yapıları” mı demiştiniz?

Ataması yapılmayan yarım milyon öğretmeni hangi “duygu kataloguna” yerleştireceğiz? Asgari ücretle geçinmeye çalışan yoksulun özsaygı ve hasetle, iğrenme ve hınçla, gurur yarası ve kırılganlıklarla dolan yaşamını “simgesel sisteme” mi havale edeceğiz?

Kaynaklar:

1-Kuramsal bir örneği için bakınız, Eva Illouz, Soğuk Yakınlıklar, Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi, İletişim Yayınları(2018)

2-Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık, Hınç, Nostalji, Narsisizm, İletişim yayınları(2018) s.37

3-Zafer Yılmaz, Yeni Türkiye’nin Ruhu, Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma, İletişim Yayınları(2018); s.24

4-İrfan Özet, Fatih Başakşehir, Muhafazakar Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus, İletişim Yayınları, s.35

5-https://gazetekarinca.com/2019/07/nukhet-sirman-hak-olarak-gorulen-kesildiginde-akp-tabanindan-kopus-baslar/