Bu yıl yayımlanan üçüncü kitabım, Düşkıranlar, bugün matbaadan geliyor. Kitabın alt başlığı “Tekelci Burjuva Kültürü Üzerine İncelemeler”. Daha önce de yazdım, tekelci burjuva kültürü, benim türümden gerçekçi ve halkçı yazarlara, “okursuz bırakma cezası” kesen bir ilişkiler ağına dayanıyor. Kurulan ve acımasızca işleyen bir “best seller” tezgâhında, beş on kitapla sınırlı bir okur kitlesi yarattılar. Metrobüs durağında dün fark ettim, AKP belediyesi, durağa yerleştirdiği ekranlarda sürekli bu listeyi yayınlayarak, kültür hizmeti veriyor.
Tekelci kültür, içerik ve nitelik açısından da tekelciliğe dayanıyor. Üç beş yazar, beş on kitap, ödüllü iki üç yönetmen, suya sabuna dokunmayan eleştiri, her şeyi olağan ve meşru gösteren, daha ayrıntılı ve ince yorumlayan anlaşılmaz felsefeler ve star felsefeciler… İnsani ve toplumsal olanı hep dışta bırakan bir kültür… Düşkıranlar’da somut örneklerden yola çıkarak bu kültürü ve yarattığı sanatçı tipolojisini çözümlemeye çalışıyorum.
Bu haftaki yazıyı, Düşkıranlar’ın Önsöz’ünden bölümlerle sürdürmek istiyorum.
***
Estetik kalkışmanın en köklüsü, insanı bütünüyle dönüştüren Devrim olsa gerek. En köklü kalkışmaya girişebilecek birikim ve donanım için estetik kalkışmalarla süren bir yürüyüş içinde olmak zorundayız. “Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saza” başkaldırarak yola çıkan Nâzım Hikmet, bütünüyle bir estetik kalkışmadır. Resimli Ay’da “Putları yıkıyorum” diye edebiyat dünyasını altüst ederken, yeni bir dünyanın estetiğini kurmak için isyandaydı.
Putları yıkarak açtığı yoldan 40 Kuşağı ve gerçekçi yazarlarımız çıktılar.
***
Troçki, Türkçeye Edebiyat ve Devrim adıyla çevrilen kitabında, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra, burjuva edebiyatının bayağılıklarını ve gerici entelijansiyanın budalalıklarını kanıtlamaya gerek kalmadığını yazıyordu. Demek oluyor ki, en yıkıcı edebiyat eleştirmeni de Devrim’dir. Devrim, yaşadığı sürece, sömürücü sınıfın güzel ve haklı gösterilmesine hizmet eden bir edebiyat ve sanat, varolma olanağı bulamıyor. En etkili eleştiri ya da estetik kalkışma, hep Devrim’i arama ve Devrim düşüncesini yaşatma ekseninde doğabiliyor.
Clara Zetkin’in çarpıcı formülasyonuyla, nasıl ki, faşizm, devrimini yapamamış işçi sınıfına bir ceza ise, gerici burjuva edebiyatı ve sanatının bayağılıklarını eleştirme zorunluluğu da, devrimine kavuşamamış devrimci eleştirmene yüklenmiş bir ezadır.
İlk baskısı 2000 yılında yapılan Düşkıranlar’ın ikinci baskısını hazırlarken, yirmi beş yıldır bu ezadan payıma düşenlerle bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldım.
Estetik kalkışmasını yapamayan, edebiyat ve sanattaki mücadeleyi hafife alan bir Devrim’in ne kadar geç ve güç olacağını bir kez daha kavradım.
***
Bugünleri yirmi yıl önceden yazmışız, yazmışım. Bu kitapta “düşkıranlar” olarak tarif edilenler, sermaye sınıfının kültürel araçları ve teknokratları, bugün, düşleri kırılmış, umutları çökertilmiş bir insan yarattılar.
Düşkıranlar kitabı, tekeller düzeninin insani kültürü yok eden sürecini, bunun ekonomi politiğini, estetik kuraklığını, insan aklı ve kişiliği üzerindeki kurutuculuğunu, 90’lardan başlayarak, neredeyse bir çığlık keskinliğinde yazmaya çalıştığımı belgeliyor.
Yayıncılık dünyasını bütünüyle ele geçiren sermaye yapılanmasını, daha o günlerden görmüş ve göstermeye çalışmışım. Buna, “kültürde kanser” teşhisini koyduğum elinizdeki kitapta kayıtlıdır; ne yazık ki tedavisine, Devrim’imize kavuşamadığımız sürece, giderek ölümcül hale gelişini yaşıyoruz.
***
Düşkıranlar, sinema alanındaki tekelci başkalaşıma tanıklık etmekle kalmıyor, direnmeye de çalışıyor. Direnenleri arıyor, bulduklarının üstüne titriyor; Yavuzer Çetinkaya’nın Amerikan sinemasının hegemonyasına tek kişilik boykotunu, kendi ağzından Düşkıranlar’da okuyoruz.
Yavuzer Çetinkaya, bu söyleşinin yayınını göremeden, apansız öldü, bir vasiyet niteliği kazanan düşüncelerinin ne kadar öngörülü, bütünlüklü ve açıklayıcı olduğunu yirmi yıl sonra daha iyi görebiliyoruz. En verimli çağında yitirdiğimiz Çetinkaya, bugün unutturulmuştur, Düşkıranlar, yeniden hatırlatıyor.
***
Düşkıranlar, direnişini okurlarıyla büyütmeyi deniyor.
***
Direnişin yankısını, karşılaştığım eleştirilerde buluyoruz.
Doksanların başında, sinema eleştirisinin bayağı bir repertuar içinde, burjuva ufkuyla sınırlı yapıldığı bir zamanda, gerçekçi yöntemden hız alan birkaç genç yazar, tarihsel ve toplumsal eksenleri içeren bir eleştiriye başlamıştık. Fincancı katırlarını ürkütmüştük, büyük tepki çekti; bir yıldan bile kısa süren bir zaman aralığındaki etkimize, Erich Rothacker’in “Tarihselcilik Sorunu”ndan kanıtlar getirerek açıklama bulmuşum. Dönemin repertuar eleştirmenlerinin karşı eleştirileri, cürmümüzden birkaç kat fazla yakan etkimizi kanıtlıyor. Düşkıranlar’da, bu eleştirilere verilen cevaplar var; şaşırtıcı geleceğini sanıyorum, repertuara karşı çıkarken, “dogmatikliğin bayraktarlığını” üstlenmek zorunda kalınabiliyor.
***
Kavramları sorgulamak, yeni kavramlarla düşünmek, verili değerleri aşmak için sınırları zorlamak, eski ve yeni kitaplarda cevaplar aramak, yanlıştan korkmadan okuyup yazmak, sistemin adamlarını topyekûn karşısına almak, bunun heyecan verici serüvenine kapılmak, on beş yıl sonra da bunların arındırıcı rüzgârını Düşkıranlar’da bulabildiğimi söyleyebilirim.
***
Düşkıranlar, direnişin olduğu kadar, bir yenilginin de belgesi oluyor. Yirmi beş yıl önce teşhisini koyduklarımız, bugün kat kat daha ezici biçimde bizi mengenesine almışsa, buna karşı eskisi kadar toplu ve örgütlü biçimde yazıp çizemiyorsak, en kötüsü yeni kuşakların çoğu, bu tekelci kültürün verilerine göre okuyup yazıyor, düşünüp yaşıyorsa, ortada acı bir yenilgi var demektir. Doksanların başında, bir çığlık türünden gerçekçi ve insani bir sanata yol açmaya çalışmamız, bizi, ne etkili olabilmiş yeni romancılara, ne bu kahredici düzenle kavga eden hikâyecilere kavuşturdu. Sinema ise, egoist küçük burjuva bireyinin sivilce bunalımlarını, ışıksız mahzenlerde sergileme sanatı haline geldi. Düşkıranlar’a bugünden eklenen bir katkıda, Bulantı filminin eleştirisinde, bu sinemanın tipik bir örneği tartışılıyor.
Bugün, okur yazarlığın bütünüyle güdümleme üstüne kurulduğu bir yayıncılık egemendir. Yenilginin tahribatını artıran, edebiyat ve sanat alanında, yalnızca sağcı ve gericilerin değil, solculuk iddiasında bulunanların ve düzenle mücadele edenlerin de bu güdülemenin etkisinden kurtulamamış olmasıdır.
Devrim düşmanı düşünceler, mistisizm, pragmatizm, nihilizm, sinizm bugün hikâye ve romanlardan üstümüze yağmaktadır, tarih bilinci ve perspektifin yıkımı demek olan postmodernizm egemen kültürün temel felsefesi olmaktadır.
En acısı, tekeller düzeninin baskı ve zulmüne, nesnel gerçeğin zorlamasıyla başkaldıran yeni kuşağın, edebi ve sanatsal birikimini bu bayağılıklardan sağlamış olmasıdır. Gezi’nin isyanının yarım kalmasında ve güçlü örgütlü yapılara kavuşmamasında, bu edebi ve estetik yıkımın büyük etkisi vardır.
***
Brecht’in Bay Keuner’i şöyle der: “Köpek balıkları insan olsaydılar kuşkusuz bir sanatları da olurdu. Güzel resimler yapılırdı köpek balıklarının dişlerinin şatafatlı renkler içinde gösterildiği, köpek balıklarının yutakları yalnızca görkemli bir biçimde gülüp oynanan birer zevk ve eğlence bahçeleri olarak resmedilirdi. Deniz dibindeki tiyatrolarda, kahraman balıkçıkların coşkuyla köpek balıklarının yutağında nasıl yüzdükleri de, müzik öyle güzel olmalı ki, balıkçıklar müziğin sesinden, bando önde, düşsel ve en hoş düşünceler içinde uyuşturulmuş olarak köpek balıklarının yutaklarına nasıl akın etmekte oldukları gösterilirdi. Bir din de olurdu denizin içinde, köpek balıkları insan olsaydılar. Balıkçıklara ancak köpek balıklarının karnında gerçek bir yaşama başlayabilecekleri köpek balıklarınca öğretilirdi.”
***
Yıllardır köpek balıklarının sanatını ve felsefesini yapanlar, sermayenin kanlı dişlerini demokrasi rengiyle boyayanlar, bugün çıkıp “aldatıldık” dediklerinde, herkes, önemli bir gerçek dile getirilmiş gibi dönüp onlara bakıyorsa, bizim yıllar önceden yazdıklarımız, bugünleri önlemek için attığımız çığlık neye yarar? Egemen sınıfın ideoloji memurlarına, eli kalemli bürokratlarına hâlâ “aydın” deniyorsa ve diyenler solcu olduklarını sanıyorsa, yenilginin dibinde olmadığımızı kim söyleyebilir? Daha çok aldatmak için, bugünlerde “aldatıldık” diyenleri internetlerine, gazetelerine, dergilerine önemle haber yapanlar, benim türümden, yirmi yıl önce, aldatanları ve aldatılanları, teşhis ve teşhir edenlere dönüp göz ucuyla bile bakmıyorlarsa, yenilmiş olmadığımızı nasıl iddia edebiliriz?
Elbette, tarih er geç bu geçici yenilgiden bizi kurtaracaktır. Estetik kalkışmamız yankısını ve ereğini bulacaktır. Elbette, yenilginin külleri içinde umut ve öfkemizi kaybetmiş değiliz.
***
Düşkıranlar’ın Yol Yazısı, şenlikler ve katliamlar içinde yazılmıştı. Bugünün yazılarını da katliamlar içinde yazıyoruz. Sivas 2 Temmuz 1993’ün, bugün yaşadığımız imam hatip düzeninin bir fragmanı olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Oradaydım. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!” diye bağırıyorlardı. O yıllardan sonraki tarihimiz bu katliamı sahneye koyanların iktidarı ele geçirme tarihidir. Cumhuriyeti yalnızca ülkede değil, insanların bilinçlerinde de yıkma sürecidir. Cumhuriyetin bölük pörçük de olsa getirdiği yurttaşı yeniden kula dönüştürmeyi, katliamlarla ve ideolojik ak’layıcılıkla büyük ölçüde becerdiler. Cumhuriyetin yıktığı Osmanlıyı yeniden dirilttiler.
Yeni baskıya eklediğim yazılardan birinde, 2 Temmuz 1993: AKP’nin fragmanında bunu göstermeye çalışıyorum.
Sermayenin iktidarı, emekçiye her gün yeni katliamlar anlamına geliyor. Ülkenin barış ve hürriyet türküleri söylenen alanlarını zulüm meydanlarına çeviriyorlar.
Ankara katliamı ve iktidardakilerin acımasızlıkları, Sivas’ı kat kat aşıyor.
***
An Karanlık
anKARAnlıktan görülen vahşet bu
Acımayan yerimiz kalmadı
An be an hayatımızı arıyoruz
Şimdi kan revan emeğin yüreği
Ölüm sayılarda yitik
Göz göze ömürlerin
Elimize düşen ışıltısından
Öfkemize türkü yakıyoruz
Umutsuzluğa düşmez düşlerim
Acılarımız yitip gitmeyecek
Mustafa Göksoy
***
Emeğin yüreği kan revan ve ne yazık, bunun ağıdını yazacaklarımız çok azdır. “Ağlama, gülme, anla” diyecek filozoflarımız, yok denecek ölçüdedir. Umut ve öfkemize yol açacak politik bilinç ve ortaklıklarımız pek yetersizdir.
***
Bu baskıya eklediğim yeni yazılarla Düşkıranlar’ın bugünle bağını daha somut kurabildiğimi düşünüyorum. Bu bağlarla, “burjuva demokratik sinemanın sonundan” “küçük burjuva sinemasının sonuna” daha açıklıkla varabiliyoruz.
Düşkıranlar, yeni sorular ve cevaplara açılıyor.
“Kültürde kanserin” metastazı, bir aydın ve toplumsal savaşçı olan yazarı, nasıl bir sermaye yazıcısı haline getirdi? Şiirin ve sanatın bitişi, insanlığın yaktığı ateşlerin sönüşü, nasıl belleksiz ve geleceksiz bir insanı ortaya çıkardı? Lümpenin bilinçaltı, toplumu yönetir hale nasıl geldi? Sermayenin ahlakına teslim olarak ünlenmenin toplumsal anlamı nedir?
***
Tekellerin ortaçağındayız, karanlıktayız. Yollar bozulmuş, insanlar arasında toplumsal ortaklıklar dağıtılmış, düşlerin uzak yıldızları karartılmış, çıkışı arıyoruz. Düşkıranlar’da “düşkıranlara” karşı yirmi yıldan beri süren bir savaşın güncesini okuyorsunuz; edebiyat cephesindeyiz. Estetik kalkışmanın en köklüsünün yolundayız. Devrimcilere ulaşmaya, devrimi aramaya yazgılıyız.
Düşkıranlar’ı alt etmek için en yıkıcı eleştirmeni, Devrim’i arıyoruz.
B. Sadık Albayrak
29 Ekim 2015, Eyüp
Önemli Not:
Bu hafta İstanbul Kitap Fuarı haftası. 7 Kasım Cumartesi günü saat 14.00’te Doğu Kitabevi standında Yalçın Küçük Hocamızla, 8 Kasım Pazar günü saat 12.00’de KAVEG standında Yusuf Ziya Bahadınlı Hocamızla birlikte kitaplarımı imzalıyorum.
13 Kasım Cuma günü saat 13.00’te Yalçın Küçük ile Taylan Kara’nın katılacağı söyleşide “12 Eylül ve Edebiyat”ı tartışacağız.
14 Kasım Cumartesi günü saat 18.00’de Yalçın Küçük Hocamız, “Yarı Devrimden Devrime Türkiye’nin Kurtuluşunu Görebiliyor muyuz” sorusunu cevaplayacak.
Bekleriz.