Dürüstlük sosyalistlere lazım değil mi?

Siyasette öngörü önemli bir niteliktir. Özellikle de sosyalist siyasette olduğu gibi arkanızda bir kuram, yöntem, tarih bilinci, program ve kolektif yapı varsa, öngörüde bulunmak konusunda daha avantajlı bir konum edinebilirsiniz. Bu sayılanlar, öngörülerinizin başarı ihtimalini de arttıran unsurlardır aynı zamanda.

Elbette, her öngörünün mutlaka doğrulanması gibi bir beklenti gerçekçi değildir. Ama hiçbir öngörünüz tutmuyorsa, ortada bir sorun olduğu da açıktır.

O vakit, tutmayan öngörülerinizin neden tutmadığını araştırır, nerede hata yaptığınızı saptar ve bunu da açık yüreklilikle paylaşırsınız.

Can sıkıcı gibi görünse de bunu yaptığınızda hem kendinizi ilerletecek bir düşünce sürecini başlatmış, hem de entelektüel dürüstlük adına örnek bir davranış sergilemiş olursunuz.

Entelektüel dürüstlük dedik. İstenirse aydın namusu ya da devrimci sorumluluk da denebilir. Kast ettiğimiz bir aydın/entelektüel zümrenin özdüşünüm/özeleştiri faaliyeti değil, ülkenin geleceği ve kurtuluşu adına siyasal mücadele yürütenlerin düşünsel üretim sürecidir. O yüzden, entelektüel dürüstlük ya da aydın namusu, sosyalist hareketin tüm unsurları için ihtiyaçtır.

***

Sadece son bir yıllık sürece baktığımızda, Türkiye sosyalist hareketindeki tutmayan öngörülerin bir yığın oluşturduğunu görmek ise, en hafifinden hepimiz için bir üzüntü nedeni olmalıdır.

Düşünsel kapasite, yöntemsel titizlik, tutarlılık ve derinlik gibi başlıklarda düzeyin bu kadar düşmüş olmasının kimse için sevindirici bir tarafı olamaz zira.

Ne gariptir ki, bu tutmayan öngörülerin sahipleri herhangi bir üzüntü hissetmedikleri gibi, alemin en akıllısının kendileri oldukları konusunda da bayağı inançlıdırlar.

Hani neredeyse, öngörülerinde bir sorun yokmuş da o öngörülere uygun biçimde gelişmeyen gerçek yaşam suçluymuş gibi rahat ve özgüvenlidirler.

***

Çok geriye gitmeden, son aylara bakalım sadece.

“HDP’nin barajı geçmesi imkansız. Cumhuriyetçi tabandan HDP’ye oy gitmez”.

“HDP barajı geçemeyeceğini biliyor. Ama bilerek baraj altında kalıp, AKP’nin daha fazla milletvekili kazanmasını sağlayacaklar. Bunun karşılığında da özerklik alacaklar”.

“AKP ile HDP anlaştılar, seçimden sonra AKP-HDP koalisyonu kurulacak”.

“AKP ile CHP restorasyon hükümeti kuracaklar, bu tabloda muhalefet rolünü oynayacak olan HDP de solu restorasyon projesine eklemlemiş olacak”.

“Erdoğan’sız bir AKP kuruluyor, Erdoğan cumhurbaşkanlığında etkisizleştirilecek. Erdoğan’ın sivrilikleri törpülenecek. O yüzden AKP karşıtlığına odaklanan bir tarz boşa düşecek”.

“ABD ve TÜSİAD İkinci Cumhuriyet’in yerleşmesi için düğmeye bastı. Abdullah Gül ya da Ahmet Davutoğlu Erdoğan’a rağmen harekete geçecekler, CHP ve HDP de kendilerine verilmiş rolleri oynayarak düzenin kuruluşunu kolaylaştıracaklar”.

“Türkiye’de bir kriz yok, varsa da çok abartmamak gerek. Sermaye sınıfı projesini hayata geçiriyor, ülke restorasyon ile rayına oturtulacak”.

HDP’nin barajı geçmesini, üstelik de cumhuriyetçi tabanın bir kısmından oy almayı başarmasını, AKP ile CHP’nin hükümet kuramamasını, Erdoğan’ın siyasetteki ağırlığının sürmesini, Gül ve Davutoğlu gibi figürlerin bağımsız çıkışlar için alan bulamamasını, ülkenin bir anda çatışma ve iç savaş atmosferine girmesini, düzenin yönetme krizinin giderek derinleşmesini düşününce, yukarıdaki önermelerin sığlığı da belli oluyor aslında.

Türkiye gibi “sürprizlere” açık bir ülkede kimsenin bu ihtimallere “deli saçması” deme şansı yoktur. Ancak bunları, diğer her tür ihtimali reddederek kesinlik mertebesine taşımak, eşyanın doğası gereği sosyalist hareketi saha kenarındaki korunaklı alanına davet etmek anlamına gelir. Bu davetin kendisi siyasal bir tercih olarak ne kadar meşruysa, bu davete icabet etmeyip mücadeleyi sürdürmenin yollarını aramak da o kadar meşrudur elbette.

Özetle, Türkiye sosyalist hareketinde bir yaklaşım geçtiğimiz süreçte yukarıdaki önermelerden hareketle pozisyon almaya çalıştı ve farklı pozisyonlar almayı deneyenleri de restorasyon projesine eklemlenmekle, düzen içi çözümlere bel bağlamakla, sosyalizmden vazgeçmekle, solun bağımsız hattını terk etmekle, başka güçlerin gölgesine sığınmakla falan suçladı.

Belki öngörüleri doğrulansaydı, bu suçlamaların da ciddiye alınır yanı olurdu. Mevcut tabloda ise, açıkçası kuru gürültüden öte bir değer atfetmenin imkanı bulunmuyor.

***

Peki, siyasette öngörülerin tutması her şeyin başı ve sonu mudur?

Elbette öyle değildir. Hiçbir öngörüsü tutmayan, hatta hiç öngörüde bulunmayan birisi bile sonuna kadar devrimci, sosyalist ya da komünist olarak mücadele edebilir.

Dahası, öngörüleriniz yanlışlanabilir de. Bu nedenle yüksünmeyi ya da utanmayı gerektiren bir durum da yoktur.

Sorun, bir yandan sürekli yanlışlanan öngörüler üretirken, bir yandan da etrafınızdakileri akılsızlıkla, yeteri kadar devrimci olmamakla, yanaşmalıkla, kuyrukçulukla suçlamaktır.

Oysa entelektüel dürüstlük, aydın namusu ya da devrimci sorumluluk, tam da bu noktada devreye girmelidir.

Dürüstlük ve sorumluluk, kendiniz dışındaki herkesi etiketlemek ve yanlışlanmış öngörüleriniz hakkında ölü taklidi yapmak yerine, açık yüreklilikle ve cesaretle nerede hata ve haksızlık yaptığınızı görmek ve göstermektir.

Kimse kimseden özür dilemesini ya da diyet ödemesini beklememektedir. Çünkü mesele günah keçisi bulmak değil, sosyalist hareketi bir adım daha ileri çekebilmektir.

İşte dürüstlük ve sorumluluk, tam da sosyalist hareketi geri çeken bu yaklaşımın ve tarzın terk edilmesi için gereklidir.