Dünyanın yokluğu

Çağ tarifleri her zaman ilgi çekici olmuştur. Geriye dönüp baktığımızda onlarca düşünürün kaleminden yaşadıkları çağı tanımlayan tariflere rastlarız. Kimileri insanlık adına olumlu değerlerle ilgilidir; devrim, ilerleme, umut, özgürlük çağı gibi. Kimileri de insanlığın karşı karşıya kaldığı tehlikelere vurgu yapar; savaş, yıkım, çürüme, gerileme çağı gibi. Bunların aynı tarihsel kesitte dile getirildiği, aydınlığın ve karanlığın üst üste geldiği de olmuştur tabii.

Şimdi içinde yaşadığımız çağ için de böyle birçok tarif yapılabilir elbette; olumlu ve olumsuz yanlarından bakarak.

Gündelik yaşamımızı küresel bir kader ortaklığına dönüştüren pandeminin neoliberal dünya düzeni ile buluşmasıyla birlikte dikkat çekici bir insanlık deneyimi kendini belli ediyor: Yokluk deneyimi.

En azından son 200 yıldır insan yaşamını ve toplumsal uzamı dolduran, insanı bir yandan sınırlarken bir yandan da ona içinde hareket edeceği bir zemin sunan, toplumları az çok derli toplu bir biçime sokan, özel ile kamusalın sınır hatlarını kağıt üzerinde de olsa tanımlayan, hem bireysel hem kolektif kimlikler düzeyinde öngörülebilir bir vaadi olan, adına ister düzen ister yasallık istersek de kurumsallık diyelim yerleşiklik kazanmış bir çerçevenin yokluğu.

Böyle bir çerçevenin bir türlü yaratılamamasından değil, artık yok oluşundan, varlığına son verilmiş olmasından söz ediyorum.

Bir açıdan baktığımızda çağımız bu yokluğun, yok edilmişliğin, her türlü sınırdan, düzlemden, düzenden çıkmışlığın çağıdır.

Kaygan, biçimsiz, perspektifsiz bir dünyada kendisine güvenilir bağlanma noktaları bulamayan, toplumsal kimliğini öngörülebilir kılan bir kurumlar ve yasalar dizgesine yaslanamayan, benliğini anlamlı bir uğraşla tanımlayabileceği üretken ve yaratıcı emekten mahrum bırakılan insanlığın deneyimidir bu.

Hobbes’un organları ve işlevleri belli olan canavarı Leviathan’dan farklı olarak, biçimsiz, kuralsız, tanımsız bir başka canavara, Behemoth’a dönüşmüş devlet bu yokluğun en somut görünümünü sunar. Sadece hükümet aygıtından söz etmiyorum devlet sözcüğüyle; çocuklarımızın eğitiminden annelerimizin sağlığına, mahallelerimizin temizliğinden kişisel bilgilerimizin güvenliğine, kent içindeki trafikten boş zamanlardaki gezintimize kadar sayısız başlıkta az çok kabul görmüş, kabul edilmediğinde bile tanınmış, neye nasıl tepki vereceği bağıtlanmış, tahmin edilebilir, öngörülebilir kurumsalığın çerçevesi tümüyle imha edilmiştir artık.

Toplumsallık deneyiminin modern üslubu, rasyonel kalıbı, bürokratik aygıtı sahneden çekilmiştir. Yarın nasıl bir dünyaya uyanacağımız da dün yaşananların gerçek olup olmadığı da kara sislerin altına gömülü haldedir. Çağımızın anksiyetesinin kaynağında bu yokluk, yoklukla kuşatılmış çıplaklık yer alır.

Burada devletin yokluğu bilinçli bir özgürleşme kavgasının onu tarihe gömmesiyle değil de insanı örgütlü/silahlı/amaçlı güçler karşısında savunmasız bir çıplaklığa mahkum etmesi biçiminde gerçekleştiği için herhangi bir hayra da sebep olmamaktadır haliyle.

İnsan, çağımızda, nereden, ne zaman, hangi biçimde, kim tarafından ve ne amaçla geleceği asla bilinemeyen darbelerin hedefinde kalmıştır. İnsanın çevresi, artık, yaratıcı ve katılımcı ilişkiler kurabileceği bir dış dünya değil, etini ısırmak, benliğini kanatmak için fırsat bekleyen vahşi bir sürüye dönüşmüştür. Hobbes’un spekülatif uydurmacasındaki gibi “insan insanın kurdu” olmamıştır; ama insan, kurtların ortasına atılmıştır.

Bunlar gerekli örneklemeler yapılarak her birimizin gündelik hayat deneyimiyle kanıtlanabilecek, bilinen, en azından duyumsanan gerçeklerdir. Uzatmanın da tekrarlamanın da fazla anlamı yok. Peki, daha ötesine geçilebilir mi?

Eğer bu yokluğun özgül kipini ayırt edebilirsek ötesine geçebileceğimiz geniş bir kapıyı aralayabiliriz.

Çağımızın insanlık deneyimini biçimlendiren bu yokluk, aslında bir boşluk değildir; tabloyu eksiltmek yerine tamamlayan bir unsurdur. O halde bu yokluk, tam da yokluk olarak işlev görmektedir. Namevcudiyetiyle negatif değil, yokluk kipindeki mevcudiyetiyle pozitif bir işlevdir. Özel olarak yok bırakılmış, yok bırakılmasından bir kazanç umulmuş bir söküm işlemidir.

Bir yokluk olarak görünen, ama asla bir boşluk yaratmayan, varlıksızlığı insana bir özgürleşme imkanı sunmayan, tam tersine yokluğuyla insanın zincirlerine yeni halkalar ekleyen bir kilittir.

Kuralların, kurumların, yasaların, makamların olduğu kadar değerlerin, simgelerin, deneyimlerin, ilişkilerin yok olduğu bir dünyada insan serbestçe hareket etme yetisi kazanmak yerine, kendisini kuşatan boşluğa teslim olan, onun denetimine karşı tümüyle savunmasız durumda kalan, varlığını anlamlı kılmak için ihtiyaç duyduğu içsel duyarlılığı rafa kaldırıp sadece ışığa doğru koşturan bir nevrotik karaktere dönüşmüştür.

Bu tabloya bakmak, hatta tabloyu böyle çizmek gereğinden fazla kötümserlik mi yaratır?

Her zaman ve mutlaka öyle olması gerekmiyor. Çünkü kötümserlik bakılan nesnenin değil, bakan öznenin bir niteliğidir. Bir sonuç değil hareket noktasıdır, çoğu zaman.

Ancak şu da bir gerçektir: Çağımızda insanlık deneyimini yeniden anlamlı kılacak, toplumsallık biçimini güvenli ve öngörülebilir hale getirecek, zamanda ve mekanda tutunabileceğimiz sabit noktalar yaratacak bir kurucu eylem yaklaşımının üretilmesi zorunludur.

Kendisini yokluk tarzında koyan ama asla bir boşluk olmayan bu egemenlik modelinin, sermayenin adeta metafizik bir iştahla emdiği bu yönetme tekniğinin karşısına çıkmanın ilk koşulu insan deneyimini çerçeveleyecek, onu toplumsal bağlamına yerleştirecek ve tüm bunları yerelden küresele uzanan bir yeni uygarlık inşası tarzında yapabilecek eylem mantığına sahip olmaktır.

Böyle bir kurucu eylemin, onun üreteceği yeni uygarlık tarzının sahibi olmak solun tarihsel misyonudur bir yandan; öte yandan adını hak edecek bir solun kendisini kanıtlayacağı sınav da söz konusu inşaya ne denli çok ve hızlı katkı yaptığıdır.

Bir dünya yoksa, onu var etmek zorunludur çünkü.