Dünyanın bizi kıskandığı dönemler

“Dünyanın bizi kıskandığı” bir dönemi ilk kez yaşamıyoruz...

İşte size 1938 yılından bir karikatür:  Bir erkek, “Kemalizm” yazan önü açık düz bir yolda kararlı adımlarla yürürken, dikenli, kazıklı bir yolda elinde baston onu seyreden “dünya” şöyle diyor: “Yavrum, ne mutlu sana ki o güzel yoldan gidiyorsun da benim gibi ikide bir sendelemiyorsun.”(*)

Demek dünya bizi daha önce de kıskanmış.

Dünyanın Türkiye’yi bugün bir kez daha kıskanmakta olduğunu iktidarın sözcüleriyle birlikte medyadan öğreniyoruz.  Asıl önemli olan ise toplumdaki farklı sınıflara mensup insanların, ülkelerinin başkaları tarafından kıskanıldığına gerçekten inanıp inanmadıkları…

1930’ları yaşamadık.

Dönemin siyasal liderlerinin bu yönde iddialarına da rastlamadık. Ancak, edebiyatımızın Yakup Kadri, Esendal, Sabahattin Ali gibi önemli isimlerinin 30’lu yıllarda, Tanpınar’ın hemen sonra yayınlanan kimi yapıtlarına bakınca dönemin insanlarının “dünya bizi kıskanıyor” özgüveni ve gururu içinde olduklarını söylemek mümkün görünmüyor.

Demek pek inanmamışlar.

***

Bugün ise durum farklıdır: Bugün dünyanın bizi kıskandığına inanan insanlar gerçekten vardır. Bunlar, genellikle orta büyüklükte, yükselen sermaye kesimleri ile “orta sınıflardan”, kamuda ya da özel sektörde “yönetici” konumundaki kişilerdir.

Büyük sermaye dünyanın bizi kıskandığına inanmaz…

İşçi-emekçi derseniz, kendisi inanmaz, ama “öyle deniyorsa öyledir” diyebilir…

Gerçekten inananlar daha çok “orta sınıflardan”, küçük burjuvaziden çıkar…

AKP iktidarı, sermaye sınıfının daha mütevazı kesimleriyle birlikte, iş hayatında olsun, kamuda ve bürokraside olsun belirli mevkilere “getirilmiş” bir kesimi gerçekten ihya etmiş, zenginleştirmiştir. Daha önemlisi, bu kesimden olanların kendilerini güç ve iktidar sahibi konumda hissetmelerini sağlamıştır.

Örneğin “itibardan tasarruf olmaz” deniyor ya, bu anlayış yalnızca Saray’la, bir zamanlar Diyarbakır’a atanan kayyumun makamıyla sınırlı kalmaz. Bürokrasideki ve özel sektördeki pek çok mevki sahibi de aynı anlayıştadır. “Altın varaklı” makam koltukları, klozetler, lüks arabalar ve cipler istisna olmaktan çıkıp kaide haline gelmiştir. 

Mimaride zevksizlik, kamusal ve özel yaşamda kültürsüzlük, görgüsüzlük ve gösterişçilik bu kesimin alametifarikasıdır.

***

Neden böyledir?

Küçük burjuvazi, sermaye sınıfına ve işçi sınıfına göre kendi özel konumunu ve algısını ülkenin durumuyla özdeşleştirmeye, kendini “ülkenin tamamı” saymaya en yatkın toplum kesimdir. Gittiği havaalanı, cami, kullandığı araba, çalıştığı ofis, oturduğu bina, vb. büyük ve gösterişli olmalıdır ki Türkiye de “büyük” olsun; ya da Türkiye “büyük” olduğu için kendisinin kullandığı mekânlar da büyük ve gösterişli olmalıdır.

Sonra, bu büyüklüğün ve gösterişin bir de “öyküsü” olmalıdır.

“Öykü” basittir: Bu insanlar, yıllarca dışlanmış, hor görülmüş bir toplumsal kesimin mirasçıları, günümüzdeki temsilcileridir. Şimdi dönem onların dönemidir ve dağarcıklarında ne varsa hepsini ortalığa boca etmenin zamanı gelmiştir. Öykü böyle der, ama aslında aralarında sıfırdan başlayıp tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelen, zamanında gerçekten dışlanmış olan, yok denecek kadar azdır.

Her neyse, malum “öykü” orada durmakta, bugünkü hallerin “Bakın biz nerelerden geldik” şeklinde haklılaştırılmasında pekâlâ işlevli olmaktadır.  

Böyleleri, dünyanın Türkiye’yi kıskandığına gerçekten inanan kişilerdir. Çevrelerinde onları kıskanan başkaları mutlaka vardır; kendileri Türkiye olduğuna göre, dünya da Türkiye’yi kıskanmaktadır... 

“Küçük burjuvazi” dedik; ama ideolojik ve kültürel açılardan sermaye sınıfına ve onun irice kesimlerine çok ama çok yakın dururlar.

Çünkü ortak bir inanca sahiptirler: Eşitlik ve adalet “öteki dünyanın” işleridir; bugünün dünyasında ise zenginlik ve güç de, yoksulluk ve güçsüzlük de takdir-i ilahi sayılmalı, öyle kabullenilmelidir…  

________________________________________________________________________

(*) Ramiz’in karikatürü için kaynak: Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Üniversitesi Yayınları 2011, s. 357.