Mültecilik; eskiden önemsenmeyen bir insanlık sorunuydu. Fakat artık durum böyle değil. Yine de hȃlȃ çoğu kimse parklarda, çadırlarda yaşayan insanların dramını görmezden geliyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin halkların bir kısmının mültecilerle empati kurup dayanışma gösterdiğini, bir kısmının ise önyargılar ve genellemeler sebebiyle nefret söylemleri üretip faşizan bir tutum sergilediğini görürsünüz. Halbuki mültecilik; tercih değil durumdur, haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için pek olanak sağlanmaz. Her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler, ne geri dönebilir ne de geldikleri yerde kalabilirler. Köklerini geldikleri yerden koparamayacakları için hep mutsuzdurlar, bu yüzden geldikleri yerde öteki olmak durumunda kalırlar.
Erich Maria Remaque'nin "İnsanları Sevmelisin" adlı romanında, II. Dünya Savaşı'yla birlikte başlayan Avrupa'daki mülteci dalgası, sığınmacıların karşılaştıkları sorunlar ortalığa serilir. Romanın baş karakteri Kern'in penceresinden seyrederiz kimliksiz, pasaportsuz, vatansız insanların dramını. Pasaportu, oturma ya da çalışma izni olmayan, tek suçları doğmak ve yaşamak olan, yurtlarından sürülüp çıkarılmış insanların adaletsizliğin ve ölümün kol gezdiği Almanya'dan çevre ülkelere savruluşları, yollarda heder oluşları, maddi & manevi sorunlar yaşamaları film şeridi misali akar gözlerimizin önünden.
Steiner'ın "Pasaportsuz insan, tatil yapan cesede benzer," (Remaque 2017: 19) cümlesine karşılık gibidir Marill'in sözleri. "Kötü bir çağdayız. Barış toplarla, bombardıman uçaklarıyla korunuyor. İnsanlık ise, toplama kamplarıyla, toptan öldürmelerle. Bütün değer ölçülerinin altüst edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Bugün saldırgana barış koruyucusu, kamçılanana ve kovalanana ise dünya düzenini bozan deniyor. Üstelik bir sürü millet de buna inanıyor." (Remaque 2017: 110)
Peki, 1941 yılında Liebe Deinen Nächsten adıyla yayınlanan bu romandan sonra dünya değişti mi? Ne yazık ki hayır. Kapitalizme kırbaçlanan insan yeryüzündeki sürgün hayatını hâlâ sürdürüyor. Neslihan Semiz'in ilk romanı "Said ve Shaya" da aynı yaraya günümüz koşullarından parmak basıyor. Suriye'deki savaş nedeniyle Türkiye'ye sığınan bir ailenin geride kalan iki çocuğu Said ve Shaya'nın Ankara'daki derme çatma yaşamları, acıları, parasızlıkları ve vatansızlıkları Salih Dede'nin kalbinden yansıyanlarla şekilleniyor. Savaşın çocuk gözünde bile nasıl olağan hale geldiğini gördükçe; sürgünün acıları, var olma telaşı, kayıplar, geride bırakılanlar, yeni bir ülkeye & yaşama uyum sağlama çabaları bizi en derinimizden yaralıyor. Dünyada cennet diye bir yer kalmadığını bilseler de, sığınabilecekleri bir liman bulma amacıyla Kanada'ya ulaşmak üzere çıktıkları yolculuğun sonlarını getirmesi ise okurun önünde karmaşık bir uzam ve keder yüklü bir suçluluk biriktiriyor.
Evet, mültecilik; tercih değil durumdur. Mülteciler; haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için pek olanak sağlanmadığı için her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler. Ancak 'Ne oldu da bu insanlar ülkelerinden ayrılmak zorunda kaldılar? Peki ya geldikleri, tutundukları topraklarda ne yaşadılar veya yaşıyorlar?' sorusunu düşünmememiz olanaksız, çünkü "Ağlayan bir çocuğun gözyaşından herkes sorumludur," (Semiz 2017: 102) ve "Dünya belki de kuşlarındır, haberimiz yok!" (Semiz 2017: 11)
Mültecilik; eskiden önemsenmeyen bir insanlık sorunuydu. Fakat artık durum böyle değil. Yine de hȃlȃ çoğu kimse parklarda, çadırlarda yaşayan insanların dramını görmezden geliyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin halkların bir kısmının mültecilerle empati kurup dayanışma gösterdiğini, bir kısmının ise önyargılar ve genellemeler sebebiyle nefret söylemleri üretip faşizan bir tutum sergilediğini görürsünüz. Halbuki mültecilik; tercih değil durumdur, haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için pek olanak sağlanmaz. Her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler, ne geri dönebilir ne de geldikleri yerde kalabilirler. Köklerini geldikleri yerden koparamayacakları için hep mutsuzdurlar, bu yüzden geldikleri yerde öteki olmak durumunda kalırlar.
Erich Maria Remaque'nin "İnsanları Sevmelisin" adlı romanında, II. Dünya Savaşı'yla birlikte başlayan Avrupa'daki mülteci dalgası, sığınmacıların karşılaştıkları sorunlar ortalığa serilir. Romanın baş karakteri Kern'in penceresinden seyrederiz kimliksiz, pasaportsuz, vatansız insanların dramını. Pasaportu, oturma ya da çalışma izni olmayan, tek suçları doğmak ve yaşamak olan, yurtlarından sürülüp çıkarılmış insanların adaletsizliğin ve ölümün kol gezdiği Almanya'dan çevre ülkelere savruluşları, yollarda heder oluşları, maddi & manevi sorunlar yaşamaları film şeridi misali akar gözlerimizin önünden.
Steiner'ın "Pasaportsuz insan, tatil yapan cesede benzer," (Remaque 2017: 19) cümlesine karşılık gibidir Marill'in sözleri. "Kötü bir çağdayız. Barış toplarla, bombardıman uçaklarıyla korunuyor. İnsanlık ise, toplama kamplarıyla, toptan öldürmelerle. Bütün değer ölçülerinin altüst edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Bugün saldırgana barış koruyucusu, kamçılanana ve kovalanana ise dünya düzenini bozan deniyor. Üstelik bir sürü millet de buna inanıyor." (Remaque 2017: 110)
Peki, 1941 yılında Liebe Deinen Nächsten adıyla yayınlanan bu romandan sonra dünya değişti mi? Ne yazık ki hayır. Kapitalizme kırbaçlanan insan yeryüzündeki sürgün hayatını hâlâ sürdürüyor. Neslihan Semiz'in ilk romanı "Said ve Shaya" da aynı yaraya günümüz koşullarından parmak basıyor. Suriye'deki savaş nedeniyle Türkiye'ye sığınan bir ailenin geride kalan iki çocuğu Said ve Shaya'nın Ankara'daki derme çatma yaşamları, acıları, parasızlıkları ve vatansızlıkları Salih Dede'nin kalbinden yansıyanlarla şekilleniyor. Savaşın çocuk gözünde bile nasıl olağan hale geldiğini gördükçe; sürgünün acıları, var olma telaşı, kayıplar, geride bırakılanlar, yeni bir ülkeye & yaşama uyum sağlama çabaları bizi en derinimizden yaralıyor. Dünyada cennet diye bir yer kalmadığını bilseler de, sığınabilecekleri bir liman bulma amacıyla Kanada'ya ulaşmak üzere çıktıkları yolculuğun sonlarını getirmesi ise okurun önünde karmaşık bir uzam ve keder yüklü bir suçluluk biriktiriyor.
Evet, mültecilik; tercih değil durumdur. Mülteciler; haklarını savunabilmeleri, fikirlerini dile getirebilmeleri için pek olanak sağlanmadığı için her fırsatta ülkelerine dönmek istediklerini söylerler ve eğreti yaşarlar, kendilerini istenmeyen misafir olarak görürler. Ancak 'Ne oldu da bu insanlar ülkelerinden ayrılmak zorunda kaldılar? Peki ya geldikleri, tutundukları topraklarda ne yaşadılar veya yaşıyorlar?' sorusunu düşünmememiz olanaksız, çünkü "Ağlayan bir çocuğun gözyaşından herkes sorumludur," (Semiz 2017: 102) ve "Dünya belki de kuşlarındır, haberimiz yok!" (Semiz 2017: 11)
* Görsel: Sinan Kılıç / Mahzen Photos
Künye: İnsanları Sevmelisin, Erich Maria Remaque, Çev: Esat Nermi Erendor, Everest Yayınları, Kültür Sanat Yayıncılık, Temmuz 2017.
Künye: Said ve Shaya, Neslihan Semiz, Alfa Yayıncılık, Haziran 2017.