Fazla akademik olmayalım ve “konjonktür” ve “yapı” ilişkisi üzerine uzun tartışmalara girmeyelim. Sadece şuradan başlayalım: Yönetenlerin yönetemez hale geldiği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği anlara. Bu, Lenin’in devrimci durumla ilgili formülüdür. Ama, çok da açıklayıcı değildir. Yöneticilerle yönetilenler o hale, duruma nasıl geliyorlar peki, diye sorulara neden olur önce.
Yöneticilerin yönetemez hale gelmeleri için benim gözlemim, özellikle devlet bürokrasisinin en üstü değil ama alt kısmında “iş yapmama” durumuna gelinmesidir. Örneğin, asker de, polis de, artık emir dinlemez hale gelir. Ama, bürokrasinin üst kısmında, hala devleti kurtarma çalışmaları devam eder... Politikacılar ise, hem temsil güçlerini kaybederler, hem de saygınlıklarını... Ama onlar da benzer “kurtarma” çalışmalarına devam ederler.
Yurttaşlar nasıl “yönetilemez” hale gelirler? Gayet basit, yöneticileri dinlemez hale geldiklerinde, yeni bir ekonomi, yeni bir politik sistem, yeni bir hukuk talebetmeye başladıklarında...
Ama yine de, yöneticiler ile yönetilenler, kendileri açısından bu kıvama geldiklerinde de, tüm koşullar hazır sayılamaz. Çünkü, en yönetilmez bir halkı, en yönetemez hale gelmiş yönetici bir sınıf, yeni iç ve dış düzenlemelerle, yeniden yönetebilir. Hem, yönetici sınıfın “politik-bürokrat” (askerin öne çıkması örneğin) bileşimi, hem de iç yönetiminin hakim fraksiyonu (sanayicilerin bankacılara yerini bırakması örneğin); bunlarla birlikte de, hakim ideoloji (Kemalizm’den neo-liberal siyasi İslamcılara örneğin) değiştirilerek yapılabilir bu...
Yeni yöneten-yönetilen ilişkisinin ortaya çıkması pek çok variasyonlar halinde gelişebilir.
Dikkat edilirse, iki tarafta da uygun kıvama ne kadar gelirse gelinsin, karşılıklı ilişki yine de devam etmektedir. Oysa;
Lenin’in formülasyonunun daha gelişmiş kavranışında, bu karşılıklı ilişkinin “kopması” da olmalıdır. Daha açık yazalım, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkinin kopma seviyesine, noktasına, gelmesini.
Bu genel kopuş için iktisadi bunalımların gelişmesiyle ilgili Marks’ın formülasyonlarını anımsamak gerekir: “Satma-alma” ilişkisinin kopma seviyesine gelmesini, sermaye dolaşımının durmaya başlamasını. Daha açık yazalım, üretenlerin satamaz, tüketicilerin alamaz hale gelmesini... Ya da, borçluların borçlarını ödeyemez duruma, ters taraftan, borç verenlerin de, yeni “kredi” talebinden mahrum hale gelmelerini...
Ancak, yine biliyoruz ki, iktisadi bunalım yıkıcı bir yaratıcılık mantığının harekete geçmesiyle, yeni bir düzenlemeyle, bitirilir.
Demek ki, gerek politik, gerek iktisadi bunalım, ikisi aynı anda da olabilir, sistem içinde kalınarak, çözülebilir...
Öyleyse, Lenin’in formülü sadece bir başlangıçtır...Devam etmek içinse, yine Lenin’in dikkate aldığı başka bir alana daha bakmak gerekir. Bu alan, devletler arası ilişkiler, sınırlar, halklar, ama özellikle, savaşlardır.
Özellikle savaşlar, devler arası ilişkilerin, kırılma anlarıdır. Lenin bir Clausewitz okuyucusu olduğu için, savaşın politikanın uzantısı olduğu formülünü, hem “içeride”, hem “dışarıda”, benimsemektedir. Zaten, Birinci Dünya Savaşı’yla olası Rus Devrimi arasındaki ilişkiyi baştan itibaren görmüş, bu kavrayışı da devrim teorisinin içine yerleştirmiştir.
Formüle ederek söyleyelim: Devletler arası ilişkiler savaşlarla temelden değişmekte, savaşlar devlet içi dönüşümlere yolaçmakta (tersi de doğrudur); işte tam bu aşamada, bizzat politika değişmektedir.
Yukarıda yazdığımız “kopma” için, savaş türünden bir “sistemik”, “dışsal” değişim dinamiğine gereksinim bulunmaktadır.
Okuyucu, bu yazının zengin tarihi bilgilerle ne kadar uzayabileceğini sezmiştir sanırım. Sadece Birinci ve İkinci “Dünya” savaşlarının sonuçlarına bakılsa, yeterlidir. İlk savaş ve Rus Devrimi, ikinci savaş ve Doğu Avrupa “halk cumhuriyetleri”nin kuruluşu, ardından Çin Devrimi. Soğuk Savaş dönemi ve Küba, Vietnam devrimleri...
Savaşlar, jeopolitik kırılmalarla ilgilidir. Kırılmalarsa, raslantı değil, periferik alanlarda yaşanmaktadır. Çünkü, jeopolitik merkezler, kırılmaları önleyebilmekte, “yöneten-yönetici” ilişkisini yeni düzenlemelerle, kopmaktan kurtarmaktadır. Örneğin, 1968 toplumsal yükselişi, tüm Batı Avrupa’yı, Kuzey Amerika’yı salllamış, ama, bahsettiğimiz ilişkinin kopmasına, kopartılmasına, gücü yetmemiştir.
***
Markistler sadece sınıf çelişkisinden, sınıf mücadelesinden, bahsetmiyorlar...Ayrıca, “sınıf savaşı” kavramını da kullanılıyorlar. Bu kavram, sadece, politikanın “içeride” sert kavga aşamasına geçtiği dönemleri değil, politikanın uzantısı olarak savaşları da kapsamaktadır.
Lenin’in sosyalist devrim teorisini emperyalizm teorisiyle “takviye” ettiğini, bunları da anti-emperyalist mücadeleyle nasıl ilişkilendirdiğini anımsayalım. Lenin, “emperyalist rant”, “emperyalist savaş”, “zayıf halka”, “oligarşi”, “kendi kaderini tayin hakkı” (aslında kökü 17. Yüzyıla giden liberal bir ilkedir) kavramlarını, hep sosyalist devrim teorisinin parçaları, alt-bileşenleri olarak kulanmıştır. Lenin o kadar Lenin’dir ki, ülkesinin dahil olduğu “dış savaşı”, “iç savaş” halinde görebilmiş, “dış savaşı”, “iç savaşa” dönüştürebilmiştir.
***
Yönetenlerin yönetemez hale geldiği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği anlar sık sık olur. Ama yetmez! Yöneticiyle yönetenin birbirinden kopması da gerekir. Bunun için de, “içeriyle dışarı” birlikte görülmeli, ele alınmalıdır.