Diyalektiğin laneti

Bu kez birbiriyle bağlantısı olmayan kitaplar okuyayım dedim, yani ‘serbest’ okumaydı amacım. Olmadı. Diyalektiğin laneti mi, yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama olmadı; yine her şey birbirine bağlandı. Şöyle oldu:

Geçen ay İzmir için Aziz Nesin anması gibiydi. Yetmiş yıl sonra İzmir Şehir Tiyatrosunun ‘Azizname’ ile yeniden perdelerini açmasının yanı sıra, Tülay Cengiz de Aziz Nesin’den Kızıma Mektuplar adlı kitabını yayınladı. Elbette hem oyunu izledim hem de kitabı okudum. Eğer ‘mektubu’ bir edebiyat türü sayacaksak, baştan söyleyeyim, ancak yayınlanması düşünülmeden yazıldıklarında içten oldukları kanısındayım. İyi de, söylediklerimi hemen yutayım, diğer bütün metinler yayınlanmak için yazılırken, mektuplara bu eziyet neden? Sanırım bu çelişki de mektubun iç diyalektiği; sorun ustaca çözmede.

Aziz Nesin, Tülay Cengiz’in o zamanlar yedi yaşındaki kızına sekiz tane mektup yazmış. Elbette bu kadar az sayıda mektupta, bir çocuğa çok önemli şeyler yazmasını beklemiyordum ama sadece bir çocukla mektuplaşması bile Nesin’i tanıma açısından önemli. Diğer yandan yine sekiz kısa mektupla bir kitap hacmine ulaşılamayacağından, Tülay Cengiz kendisinin ve çevresinin anılarıyla zenginleştirmiş kitabı ve bu noktadan sonra Aziz Nesin’e uygulanan şiddet ve özellikle Sivas Katliamı görünür hale gelmiş. Demek istediğim, sıcacık mektuplarla yumuşak başlangıç, yavaş yavaş şiddete doğru götürüyor okuru.

Sivas Katliamı televizyondan duyurulurken Tülay Cengiz’in kızının “Anne, koş; dedemi öldürüyorlar” diye haykırması, Aziz Nesin’in dışarıdaki güruha ‘korkmuş adam’ görüntüsünde olmayan bir ceset bırakmayı düşünmesi, üç şairin merdivendeki görüntüleri…İçimde kabaran öfkeyi çok net anımsıyorum.

Epeydir okumayı düşündüğüm, Ferit Edgü’nün Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı romanını elime aldım. 1950’lerin İstanbul’u, yaşam savaşı veren insanların öyküsü. Cengiz’in kitabı gibi, mektuplar yerine siyah beyaz fotoğraflarla başlayan roman yine ölümle sonlanıyor. Kitabın hemen başında tartıştığı yazmak-yayınlamak ikilemi, ‘mektup’ konusunu yine düşündürttü bana.

Edgü’nün en sevdiğim yanı hep yeni anlatım olanakları peşinde koşması. Çok da iyi yapıyor. Aslına bakarsanız yeni olanaklar deneyen pek çok yazarda anlatım sorunu olduğunu bilirim; sanki yetenek eksiklerini kapatmak için biçimle oynuyorlarmış gibidir. Edgü’de elbette böyle değil; hem usta bir yazar hem de deniyor ve bu iki özellik bir araya gelince kişilerin değer yargıları arasındaki farklılığı çok iyi aktarıyor. Demek istediğim, biçim anlatıyı pekiştiriyor. Boşuna usta denmiyor kendisine.

Genç bir usta da Edouard Louis. 1992 doğumlu. Fransız. Babamı Kim Öldürdü romanında düşüncelerini olay örgüsüyle birleştirerek işlemiş. Kitapta babasıyla hesaplaşıyor, onu yargılıyor yazar. Olayları kronolojik sırayla anlatsaydı, sanırım bunu yapamazdı; biçim yine yargıyı pekiştiriyor. Bu açıdan Ferit Edgü ile benzeşiyorlar.

Babanın temel çelişkisi, olduğu kişiyle, olmak istediği kişi arasındaki. Ne tam olarak o olabiliyor ne de öteki; herkeste olduğu gibi: “en gergin anlarımızda bile sanki kitaplarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz sahneleri taklit ediyoruz…Adam olmak, karı gibi davranmamak, götünü başını sallamamak, yaşadığı dünyanın bir kuralıydı” babasının. Ancak “bu erkeklik onu yoksulluğa, parasızlığa mahkûm etmişti.” Sonra politikleşmenin dozu artıyor: “Hiçbir hükümet egemenlerin sindirim sorunları yaşamasına neden olmaz…onların günlük yaşamını bozmaz.” İşte bu yüzden “siyasetle uğraşmak alt kesimler için zorunludur.” Daha sonra Louis, Fransa cumhurbaşkanları ve bakanlarının isimlerini sayıp, (anlaşılan Fransa’da Cumhurbaşkanı’na Hakaret yasası yok) “cinayetlerinden sonra adları hiç telaffuz edilmeyen katiller var…onların unutulmasını istemiyorum” der. Ve baba son noktayı koyar: “Haklısın. Haklısın, galiba bir devrim şart.” Bu arada, sizce babayı kim öldürdü?

Bunca şiddet ve cinayetten sonra Judith Butler’ın Savaş Tertipleri’ne bakmak şart oldu. Kitap ABD kökenli savaşlara karşı yazılmış olsa da isminin çağrıştırdığı gibi saf bir ‘antiemperyalizm’ kitabı değil. Butler, şiddeti bireysel düzeyden ele alarak, bunun nasıl yönlendirildiğine ve ideolojik bir silah haline gelişine bakıyor. Alt başlığının ‘Hangi hayatların yası tutulur?’ olması da, kimi kırılgan kesimlerin eşcinsellerin, azınlıkların maruz kaldığı şiddeti sorgulamasının açıklamasıdır bence. Butler’a göre kırılganlık, zarar görebilir, yaralanabilir olmak insanlığın özünde vardır. Böyle olunca Babamı Kim Öldürdü’deki homofobinin nasıl kişiyi ölüme götüren sürecin başlangıcı olduğu ve egemen gücün nasıl bu süreci yönlendirdiğinin bir tür teorik açıklaması Savaş Tertipleri.

Judith Butler kendisini post-yapısalcı olarak tanımlıyor ve bu yüzden birçok görüşüne katılmadığımı söyleyebilirim. Ama diğer yönden olaylara başka bir açıdan bakabilen bir entelektüel ve yakından izlenmeyi hak ediyor. Son olarak Barış Bildirisi’ne yurtdışından destek veren akademisyenlerden biri olduğunu ve şu sözlerin de ona ait olduğunu anımsatmalıyım: “Erdoğan’ın kendisini dünyanın gözü önünde eleştirme cüreti gösteren Türk akademisyenleri cezalandırılmakla tehdit etmesi ve bazı gazetecilerin ordunun uyguladığı şiddeti ve baskıyı dile getirmelerinden dolayı işlerini kaybetmeleri, dünyanın her tarafındaki akademisyenleri dehşete düşürüyor…Eleştirel tartışma ortamının ihanet olarak damgalanması, kendi iktidarını demokrasinin ortadan kalkması pahasına genişletme amacında olan devletlerin eski ve savunulamaz bir taktiğidir.”(1)

Babamı Kim Öldürdü ile benzer bir kitap Ceza Kanunu 353. Madde. Her iki kitap da politik, ikisinde de cinayet teması ve baba-oğul çatışması var. Judith Butler’ın şiddet kavramı ise Tülay Cengiz ve Ferit Edgü’yü de buraya getiriyor. Diyalektiğin laneti yine iş başında.

Kitaba dönersem, neoliberal kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülkede (yine Fransa) kendisini “1981 sosyalisti” olarak tanımlayan emekli bir işçi, tüm parasını bir ev projesine yatırır ama inşaat asla yapılmaz. Adalet ve intikam temalarının masaya yatırıldığı, doğruluk ve yasalar ikileminin tartışıldığı romanda işçi, sonunda müteahhidi öldürmüştür ve her şey mahkeme salonunda geçer.

Tanguy Viel, yetkin bir anlatımla suçun ne olduğunu sorguluyor ve adaletin sınıfsal yapısını vurguluyor. Mahkeme salonu için “sanki kentteki adaletsizlikler orada yüzyıllardır duruyor gibiydi” diyerek benim yıllardır bulamadığım tanımlamayı yapıyor örneğin. Yetkin anlatım derken bunu söylemeye çalışıyorum ve bu kısacık romanda verilebilecek çok örnek bulunabilir.  

Yine yetkin ve samimi anlatım İlhami Algör’ün Hisli Kirpi romanında da var. Arka kapakta “Hayatın kıyılarında dolaşan bir adam ve onun içinden Nezihe Hanım geçen dünyası” şeklinde bir tanımlama yapılmış ve ben buna bütünüyle katılıyorum. Bunun dışında Hisli Kirpi’nin bence başka bir belirleyici noktası daha var. Roman örgüsünün yazarın bilinç akışıyla beraber sürüp, kimi zaman iç içe geçip birbirini bütünleyip, kimi zaman da ayrı seyretmesi. Ama ikisi de akıyor; bazen beraber, bazen ayrı ayrı. Böyle olunca, Algör söylemek istediklerini romandaki kişilerin üzerine yıkmadan doğrudan söyleyebiliyor. Diğer yandan alaycılığının hedefini anlayamadım; kimi zaman düzenin anlamsızlığı gibi dursa da çok emin olamadım, belki diğer kitaplarını da okumalıyım.

İlhami Algör deneme yazıyor mu, bilmiyorum (şöyle bir taradım, bulamadım) ama yukarıda yazdığım özellikleri düşününce sanki yazsa keyifli metinler olurmuş diye düşünüyorum.

Hazır bu kadar dil ustalığından söz etmişken finali bir başyapıtla yapayım diye düşündüm ve bilinç akışı tekniğinin öncülerinden Virginia Woolf’un 1925 tarihli klasiğini, Mrs. Dalloway’i seçtim. Kaçıncı okuyuşum bilemiyorum ama her seferinde sadece keyif almakla kalmayıp, başka bir şeye takılıyorum. Bu kez anlatımı nasıl dağıtıp sonra yine bir yerde toplaması odaklandığım nokta oldu. Gerçek anlamıyla kahramanların olmadığı bir kurguda kolay iş olmasa gerek. Bunları söylüyorum ama hakkında yüzyıldır çok şey yazılmış, herkesin bildiği bir kitabı anlatmanın anlamsızlığının da ayırdındayım. Woolf şöyle söylüyor: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde”. Mrs. Dalloway’de bunu yapmış, ustaca yapmış. Bana ne söylemek düşer ki? Evet, sonrasında bilinç akışıyla çok şey yazıldı ama hani bir dünya rekoru, örneğin atletizmde, yıllar geçer de kırılamaz ya, işte böyle bir şey Mrs. Dalloway.

Aziz Nesin’in mektuplarından, çağdaş Fransız edebiyatına, Mrs. Dalloway’e. Diyalektiğin laneti böyle bir şey, her yerde karşıma çıkıyor; kitap okuma sıramda bile.


(1)https://t24.com.tr/haber/suca-ortak-olmayacagim-diyen-j-butler-elestirel-tartismanin-ihanet-olarak-damgalanmasi-eski-bir-taktik,324070


KÜNYELER:

-Aziz Nesin’den Kızıma Mektuplar. Tülay Cengiz, Kültürkent Kuledibi Yay., 2021. Etiket fiyatı 20 TL.

-Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı. Ferit Edgü. Daha önce Ada, Can, YKY, Sel basmıştı. Kitapçılarda Alfa Yay. baskısı

var, etiket fiyatı 24 TL.

-Babamı Kim Öldürdü. Edouard Louis. Can Yay., Çev.: Ayberk Erkay, 2. baskı, 2021. Etiket fiyatı 15 TL.

-Savaş Tertipleri. Judith Butler, YKY, Çev.: Şeyda Öztürk, 2. baskı, 2020. Etiket fiyatı 20 TL.

-Ceza Kanunu, 353. Madde. Tanguy Viel. İletişim Yay., Çev.: Mehmet Emin Özcan, 2. baskı, 2020. Etiket fiyatı 26

TL.

-Hisli Kirpi. İlhami Algör. İletişim Yay., 2021. Etiket fiyatı 20 TL.

-Mrs. Dalloway. Virginia Woolf. Çeşitli yayınevlerinden farklı çevirileri var. Etiket fiyatları 15-26 TL arası.

 

 

.