Divan işçileri, yapamadıklarımız ve bizim hallerimiz

31 Mayıs 2015, Gezi Direnişi'nin ikinci "doğum gününde" "Her yerde" idik.

Bu topraklardaki eşitlik ve özgürlük mücadelesinin tüm birikimini Gezi Direnişi ile birlikte içerdiğimizi ama bununla yetinmeyerek içerip aşma yönünde adım attığımız bir anın, parçası olduğumuz ve parçamız olan bir doğumun ikinci yılında Direniş her yerde, görmemek mümkün mü?

En uçtaki örneğe işaret etmeye cesaret edelim; Bursa'da "Biz Gezici değiliz" diyen metal işçisinin sıkılı yumruğunda dahi bu doğumun izlerini görmediniz mi?

Aşağıdakilerin taleplerinin kenarda köşede değil yüksek siyaset sahnesinde meşruiyeti kendi sözünde ve eyleminde kurma iradesi....

Peki ya yapamadıklarımız?

31 Mayıs 2015'te saat 17:30'da başlayan forumda ilk sözü sendikaya üye oldukları için Divan Oteli'ndeki işlerinden atılan işçiler aldılar.

Gezi Direnişi'ni düzen içi bir bahismiş gibi anlatmaya heveslilerin çokça kullandığı bir bahisti "Divan Oteli" imgesi. İşte o otelin işçileri Gezi Direnişi döneminde isteyerek yaptıkları fazla mesai sırasında "demokrat" olan patronlarının söz sendikaya, hak aramaya daha doğrusu emeğin hak arayışının örgütlenmesine gelince bir anda sınıfını nasıl anımsadığını anlattılar en özlü ifadelerle.

Gezi'nin açtığı kapıyı beğenmeyen, sınıf mücadelesindeki eksikliklerimizi sol içi tartışmalarda bağlamından kopartılmış "sallanan parmak" eyleyen arkadaşlarımız da biz Geziciler de (sınırlı sayıda arkadaşımızın öncü dayanışma hamleleri dışında) Divan işçisinin mücadelesini toplumsal formasyonun bütününe taşımak yönünde  adım atmamıştık.

Karşımızda sessiz, sitemsiz mücadelelerini anlatan iki kadın işçinin sözleri bu kabul edilemez eksikliğimizi sakince yüzümüze çarpmaktaydı: Gezi belki de hak mücadelelerinin bambaşka bir kürsüye sıçramasıydı ve yurttaşlıktan kaynaklanan tüm haklarını bir diktatörün pençelerinin arasından almak için ayağa kalkanlarla birlikte (her yeni eşikte yeniden öğrenerek ve yeniden örgütlenerek) demokratik hakların ancak sosyal hakların kazanılması ile savunabilirdi....

Uzun sözün kısası, Tayyip Erdoğan'ın Tunus dönüşünde istikrarlı olarak hamle ettiği yere, toplumda kendi iktidarını mutlak ve daim kılacak kültürel ayrışmaya ilişkin bırakın yığınağı bırakın bir yol haritamız olmasını, kent merkezinde bir örnek yaratma iddiasında bir siyasetten dahi mahrumduk.

Tayyip Erdoğan'ın kendisine tapulu saydığı kitleler ile biz Gezicileri buluşturabilecek yegane şey yeni bir yurttaşlık bilincinin sınıf mücadelesi prizmasından inşası için en yakın bahislerde bile kabul edilemez bir atalet ile malüldük.

Uzun sözün özü, Gezi ile ilgili 90'lar kuşağından, herkesin dilediği gibi kendisini ifade edebilmesinden, forumlardan, dayanışmacı ilişkilerimizden, herkesin çöp toplamak gibi bir bahisten barikattaki nöbete kadar sayısız kahramanlık hikayesinden, bostanımızdan, kütüphanemizden hülasası her birimiz için teker teker ve hepimiz için koskocaman bir hal olarak nasıl bir deneyim olduğundan bahsetmekten bir süreliğine kendimizi men etmeliyiz.

Gezi'yi kişisel ve kolektif tarihimize ait bir bahis olarak değil geleceğimize ait bir kapı olarak kavramak için artık Direniş günlerinde Türkiye Sosyalist Hareketi'nin (her birimizin ve hepimizin) hamle edemeyişini, kitle hareketinin sorumluluğunun tümüne neden talip olunamadığına ilişkin bir özeleştirinin vakti geldi de geçiyor bile....

Türkiye’de ve Ortadoğu’da önemli gelişmeler yaşanırken Gezi  “direnişinin güç” ve “bütünlüğünü” genel olarak koruyamadık. Başbakan’ın Tunus’tan döner dönmez başlattığı (hala da devam eden) yalan ağırlıklı çok yönlü saldırı dalgasını boşa çıkartamamazın nedenlerini; siyasal iktidar, Gezi’yi, Gezi’de açığa çıkan potansiyel yaşam biçimini, siyaset düzlemini, talepleri ve daha da önemlisi toplumsal formasyonda işgal ettiği alanın kendi kurmak istedikleri “yeni sermaye rejimi” için ne büyük tehlike oluşturduğunun bilincinde olarak saldırırken bu saldırıya karşı bir siyaseti tek tek kurumlarımızın ve bir bütün olarak Hareketimizin neden yanıtlayamadığını açık yüreklilikle tartışmamız gerekiyor.

Direniş günlerinde ve sonrasında bugüne kadar süren saldırı dalgasına ideolojik ve politik bir düzlemden, Türkiye çapında bir örgütlülükle, tüm memlekete hitap edilebilecek Taksim Gezisi’ni (daha sonra da Direnişin ortaya çıkardığı olanakları) bir hoparlör eyleyerek yönelemememizin nedenlerine birbirimizi hırpalamak için değil eşitlik ve özgürlük kavgasına yeni bir yol açmak için hep birlikte kafa yormalıyız.

Başarılarımız kadar başarısızlıklarımızı, cüret dahi edemediklerimizi konuşmalı ve yazmalıyız

Gezi geçici bir hal değil, “yeni bir sermaye rejimi” inşa edilirken, bu neo-liberal muhafazakar otoriter rejime duyulan çok yönlü ve çok bileşenli öfkenin Tayyip Erdoğan şahsında “birleşik bir enerjiye” dönüşmesiydi.

Bu enerji Türkiye’nin geleceği açısından çok büyük imkanlar sağlıyordu ve nispeten azalsa da hala sağlamaya devam ediyor.

Açık yüreklilikle yaptıklarımız kadar yapamadıklarımızı konuşmalıyız ve çıkardığımız sonuçlar çerçevesinde yola devam etmeliyiz.

Gezi hala örgütünü değil ancak siyasetini arıyor.

Ve tam da bu nedenle Gezi Direnişi geçmişimize değil geleceğimize aittir.

01.06.2015