Gezi yürüyor. Cinayetler, hapisler, zamlar ülkesinde, çöl sıcakları altında Türkiye’nin her yerinden kopup gelmiş, serinletici bir ırmak olmuş akıyorlar…
Gezi’nin büyük bir polis saldırısıyla karşılaştığı gecenin sabahında, 16 Haziran 2013 günü Okmeydanı’nda ekmek almaya giden Berkin Elvan’ı kimyasal gaz kapsülüyle vurmuşlardı. Bütün gece İstanbul’un birçok mahallesinde direnişin merkezine gelmek için çaba gösteren insanlar polisle çatışmıştı. Boğaz Köprüsü Altunizade yönünden Ortaköy’e doğru bir kez daha geçilmişti. On beş gün boyunca özgürlüğün havasını solumuş halk acımasız polis saldırısına rağmen direniyordu. O sabahın acısı ve öfkesiyle yazdığım yazıya, “15-16 Haziran Hüküm Gecesi” başlığını atmıştım. Yazıda yaşananları bir savaşa benzetiyordum. Bu savaşın Berkin Elvan gibi gencecik şehitleri, arkalarından yıllardır gözyaşı döken acılı aileleri var.
O gün Beşiktaş kongresi vardı, oy kullanmak için Akatlar’daki spor salonuna gittim. Çantama Gezi günlerinde işportadan aldığım mavi baretimi de koymuştum. Oylama sırası beklerken bareti kafama geçirdim. Birkaç dakika sonra gazeteci olduğunu sandığım biri yaklaştı ve fotoğrafımı çekti. Söylenmeye başladım; “Çek, çek ama penguen medya bunu yayınlayamaz. Dün akşamdan beri polis saldırısından dolayı can güvenliğimiz kalmadığı için baretle dolaşıyoruz.” Sözlerimi duyan başka kameralar da geldi. Sesimi daha da yükselterek tepkimi gösterirken, aniden beliren bir adam, “Burası Beşiktaş kongresi, burada siyaset yapamazsınız” diye sözümü kesmeye çalıştı. “Hayır, siyaset yapmıyorum” dedim. “Dünden beri Türkiye’de siyaset bitmiştir. Artık Türkiye’de diktatörlük var, faşizm var...” Kibar bir kadın beni destekleyerek adama, “Başbakanın her gelişinde Beşiktaş’ta sıkıyönetim yaşıyoruz, siz ne bileceksiniz” diye bağırdı. Bir anda salondan “Her yer Taksim, her yer direniş!” haykırışı yükseldi. Arkasından “Faşizme karşı omuz omuza!” geldi. O sabah, Çarşı’nın önderlerinin evleri basılmış, gözaltına alınmışlardı. Bir kez de onlar için bağırmayı aklettim; “Beşiktaş Çarşı onurumuzdur!” Salon da katıldı.
SİYASETİ BİTİRME OPERASYONLARI
Gezi, otuz yıldan uzun süren bir depolitizasyon sürecini kırmıştı. Apolitik sandığımız gençler, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diye bağırıyorlardı. İlk kez bu kadar kitlesel ve bütün ülkeyi saran politik eylemler yaşanıyordu. Kitlelerin siyaseti olağanüstü neşeli, yaratıcı, güçlü, hoşgörülü, özgürleştiriciydi. “15-16 Haziran Hüküm Gecesi”ni yazarken, ben bu özgürleştirici ufukla halkın AKP için hükmünü verdiğini, iktidardan indirinceye kadar büyük yürüyüşünü sürdüreceğini düşünüyordum. Aynı gece sermaye sınıfı ve partisi AKP de, bir başka hüküm vermişti; kongredeki “siyaset yapma” diyen adama, “dünden beri Türkiye’de siyaset bitmiştir” derken, farkında olmadan bunu dile getirmiştim. AKP için bu hükmü yerine getirmek hiç de kolay olmadı.
Ama işini kolaylaştıranlar hep yanıbaşındaydı. Mecliste muhalefet partileri, iktidar partisinin “dindar ve kindar” cumhurbaşkanı adayının karşısına, onun kibar bir benzerini, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkardılar; laiklik ve özgürlük için ayaklanan kitleleri mülayim bir dinciye tıpış tıpış oy vermeye çağırdılar. Siyasetin bitirilmesi yolunda Gezi yoldaşlarına ilk darbe böyle vuruldu.
İki yıl sonra, 7 Haziran 2015’teki seçim sonuçları, Gezi halkının diktatörlüğe ve siyasetsizliğe boyun eğmediğini gösterdi. AKP’yi iktidardan indirecek seçim sonuçlarını geçersiz kılmak için “savaşın ateşi” yükseltildi. Kaybedilen seçim yenilenecekti. Suruç, Ankara katliamlarıyla siyasetin koşulları ortadan kaldırılmıştı. Sonuç baştan belliydi.
SEÇİMLERİN SONU
15 Temmuz’da “Allah’ın lütfu”, siyaseti bitirmek için AKP’ye yeni bir “darbe”, OHAL ve kararnameler düzeni armağan etti. Siyaset artık bütünüyle susturuldu. İktidar ve iki muhalif partinin işbirliğiyle milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı, artık göstermelik de olsa, Meclis çatısı altında bile siyasete hayat hakkı tanınmıyordu. HDP milletvekilleri üçer beşer hapse götürüldüler. Daha önce Güneydoğu’daki bütün HDP’li belediye başkanları görevden alınmış, yerlerine “kayyum” atanmıştı. Kayyumların ilk işleri önceki belediyelerin kurduğu tiyatroları kapatmak, heykelleri yıkmak, kursları dağıtmak oldu.
Siyasetin sonu, seçimlerin sonunu getirmişti, gene de yetmiyordu. Türkiye’de bir hayalet dolaşıyordu, Gezi’nin hayaleti ve giderek Cumhuriyet’in hayaletine dönüşüyordu. Birdenbire MHP genel başkanı, “fiili duruma uydurma” kaygısı duydu, başkanlık sistemini getirmek için AKP ile anlaştı. Cumhuriyet’in hayaletinden kaçmak için son kalan biçimsel kırıntılarını da gömmek istediler. Başkanlık anayasası ve 16 Nisan referandumu halksız ve siyasetsiz bir rejim için OHAL altında tasarlandı.
16 Nisan referandumu, seçimlerin sonunun önceden belirlendiği “mühürsüz” bir seçim olarak tarihe geçti. Siyasetin sonu gelmişti ama Gezi ayaklanmasının tabanı hâlâ toplumsal varlığını koruyor ve fırsat buldukça ortalığı dalgalandırıyordu. 16 Nisan’da bütün baskılara, iktidar medyasının ablukasına rağmen güçlü ve zaferi çalınan bir “Hayır” çıkması bu gerçeğin yansımasıdır.
Hiçbir yargılamaya dayanmadan işinden atılan yüz elli bine yakın kamu görevlisiyle, üniversiteden uzaklaştırılan sayısı dört bini geçen öğretim üyesiyle, kaderi bir gece yayınlanacak kararnamelere bağlı bir ülkenin yurttaşlarıyız. Hapishanelerin kapasitesi içine doldurulanlara yetmiyor. Aralarında yüzden çok gazeteci var. Fethullah Gülen cemaatini anlatan kitap yazdığı için hapis yatıp çıktıktan sonra, Gülen darbecileri yargılanırken de hapse konan gazetecimiz Ahmet Şık onların en tipik temsilcisi. Ahmet, “Dokunan yanar” demişti. Gerçeğe dokunan yanıyor. En son, milletvekili Enis Berberoğlu, bir haberdeki katkısından dolayı 25 yıllık hapisle cezalandırılıp hapse kondu.
Ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı bunun üzerine Ankara’dan İstanbul’a adalet yürüyüşü başlattı. Haziran ve Temmuz sıcağında, kızgın asfaltta 400 kilometre geçildi. Kılıçdaroğlu, tek bir sloganla yürüyor; “Hak, hukuk, adalet!” Yürüyüşe on binler katılıyor. Türkiye’nin her yerinden geliyorlar. AKP’nin tehditlerine, kışkırtmalarına rağmen yürüyüş büyüyerek sürdü, İstanbul kapılarına dayandı.
SİYASETİN SONU, DİLSİZ POLİTİKA
Sabah saat yedi buçukta işe giderken rastladım; Söğütlüçeşme metrobüs durağında orta yaşın üzerinde CHP’liler bildiri dağıtıyor. Alıyorum; elinde “adalet” yazan bir pankart tutan Kemal Kılıçdaroğlu resminin altında 9 Temmuz 2017 günü saat 17.00’de Maltepe’de “Adalet İçin Buluşuyoruz” yazıyor. Bildirinin arkasına bakıyorum; boş. Dayanamıyorum, bildiriyi verene; “Biraz politika yapın” diyorum. Dağıttığınız kâğıdı boş bırakacağınıza, adalet’in nasıl sağlanacağını yazın. Adaletsizliği yaratanlardan nasıl kurtulacağımızı söyleyin. Cumhuriyet’in kimsesizlerin kimsesi olan adaletini hatırlatın. Laikliğin ayaklar altına alındığı bir ülkede, kadınlara cehennem haline getirilen sokaklardan söz edin. İktidara talip olduğunuzu, hiç olmazsa ima edin… “AKP’den kurtulmadan adaletin gelmeyeceğini bilmiyor mu başkanınız?” Önce beni AKP’li sanıp duraklayan adam, rahatlıyor. Gülerek, “Adalet, bunların hepsini kapsıyor zaten” diyor.
İnanılmaz bir durum. Kızgın sıcakta yüzlerce kilometre yürüyen bir parti başkanı ve ona eşlik eden on binler var… Fakat elimizde tek bir sözcük; adalet; tek bir slogan “Hak, hukuk, adalet”… Yüklemi bile yok. Ben buna dilsiz politika diyorum. Siyasetin bitirildiği bir Türkiye’de dilsiz politikayı Kemal Kılıçdaroğlu icat ediyor. Yolboyu yaptığı konuşmaları okuyorum. “Adalet herkese lazımdır. Yürümek için izin almak gerekmez vs.” Oysa her gün, AKP iktidarında Türkiye’yi lime lime eden adaletsizlik sahneleri yaşanıyor. İşte, küfürbaz Cengiz’e peşkeş çekilen Cerattepe için Danıştay kararı… Manisa’da binlerce askeri zehirleyen şirketi soruşturan savcıyı görevden alan HSK kararnamesi… Nuriye ile Semih’i açlık grevinin 120. gününde hapishanede işkenceye maruz bırakan tutuklama zulmü… Adaletsizliğin yüzlerce somut örneği varken, her şeyi tek bir kavrama sığdırmak…
Ne kadar iyimserler, adalet hepsini kapsıyormuş.
YOK ASLINDA BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ
Dilsiz politikaya rağmen halk ayakta ve yürüyor. Bu yazıyı yazmadan önce, Bolu’dan beri yürüyüşte olan gazeteci dostum Musa Ağacık’ı aradım. Telefonu açar açmaz, heyecanla, “Gezi yürüyor, tıpkı Gezi gibi” dedi. “Türkiye’nin her yerinden, her yaşta insan geliyor. Bu sıcakta, sırılsıklam yağmurda, nasıl dirençli ve dimdikler, görmelisin. Niksar’dan gelen 90 yaşında bir adam koltuk değnekleriyle yürüyor. Geçtiğimiz her yerde büyük destek var. Rabia işareti yapanlar da var ama azınlıktalar.”
Avrupa Parlamentosu, gazetecilerin hapse konması, kamu görevlilerinin ve üniversite hocalarının işten atılması, insan haklarının ihlal edilmesi karşısında, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin askıya alınması kararı alıyor. Dilsiz politika, dile kavuşuyor ve iktidar partisinin sözcüsünün söyleyeceklerini söylüyor. Şunu bile duyamıyoruz: “Bu adaletsiz iktidar, insan haklarını ihlal ederek Türkiye’yi her yerde itibarsız hale getirmiştir. Bir an önce kurtulmak gerekiyor.”
Yürüyüş kolu İstanbul’a girerken mehter marşı ve tarihteki 15 Türk devletinin bayrakları ile karşılanıyor. Müsamereyi tertip eden bu kez “duşakabinoğulları” değil, CHP’li Beşiktaş Belediyesi. Gezi yürüyor ve İzmir Marşı’nı söylerken, karşılamacı olarak mehter getiriliyor. Kendi gitti adı kaldı yadigâr; bir banka reklamını şöyle yapardı: “Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankası’yız”. Siyasetsiz memlekette, dilsiz politikada, partiler arasında bir fark kalmamıştır ve AKP’nin mehteri ile CHP’nin mehteri rekabet halindedir. Yarın 15 Temmuz müsameresinde de rekabet edecekleri kesindir.
Başbakan Binali Yıldırım, yürüyüşle ilgili çok siyasi bir demeç veriyor: “Yeter artık kabak tadı verdi.”
CHP’nin eski genel başkanı Baykal, Adalet Yürüyüşü’nü değerlendirirken söze, iktidarın çok iyi sınav verdiğini söyleyerek başlıyor. Terörist diyenler, izin veriyoruz, istersek… diye söze başlayanlar, konaklama yerine bok dökenler aklanıyor…
Musa Dostum, heyecanla anlatıyor. Gezi’nin büyük yürüyüşünden fotoğraflar gönderiyor. Büyük bir eşitsiz gelişme, moda deyişle paradoks sözkonusu. Yürüyüşün önünde dilsiz politikacılar var; arkadan gelenler yeni bir cumhuriyet düşü kuran, aşırı politize olmuş Gezi halkı. “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” marşını söylüyorlar. “Hayat denilen kavgaya girdik” diye devam ediyorlar…
Gezi yürüyor. Cinayetler, hapisler, zamlar ülkesinde, çöl sıcakları altında Türkiye’nin her yerinden kopup gelmiş, serinletici bir ırmak olmuş akıyorlar. Dipten gelen kaynak suları olmuşlar, umutlarımızı yeşerten…
Gezi direnişinin ışıltısı
Hep gözlerimizde olacak
(Mustafa Göksoy, Dünyalaşan Gözlerim, Doğu Kitabevi, 2014)
Yürüyen Gezi’yi, dilsiz politikaya mahkûm etmek isteyenlerden kurtarmak için siyasi bir hareket yaratmak, hak ettiği gür sese, düşlediği emekçi cumhuriyete kavuşturmak boynumuzun borcudur.