Dilin kemiği yok…

Dil üstüne söylenmiş ne çok tümce vardır!

En bilinenlerden birisi “dilin kemiği yoktur” anlatısıdır.

Evet, bir tat ve konuşma organı olarak, dil kemiksiz organlarımızdan birisidir. Ağzımızın ortasında durur ve dünya lezzetlerinin ne olduğuyla, dünyayı anlamanın bir yolu olan dil ilişkilerinin tümü, bu organla sağlanır.

Ama “dilin kemiği yoktur” cümle kalıbındaki o anatomik kemiksizlik halinin dışında, anlam ve dışa vurum olarak çok başka bir şey söylenmektedir.

Kuşkusuz dil fonetik ve linguistik olarak tek başına da değildir.

İlki ses tellerimizdir. Anatomi biliminde, Latincesi olan plica vocalis terimiyle anılır. Ses telleri, gırtlak boşluğunda bulunan, mukoza salgılayan iki zar katmanıdır. Ses oluşumundan sorumlu ana organlardır.

Bir de kulaklarımızı unutmamak gerekir. Bir vokalizasyon varsa, onu duyup ayırt edecek olan da kulaklardır. Oysa hayat deneyimlerimiz, dilin sadece tonalitesi olan seslerden ibaret olmadığını ve kulakla duyulmasına gerek olmadan da işitilebildiğini bize öğretmiştir.

Ağzımız ve dudaklarımızın anatomik yapısı, yüz kaslarımızın, dudak hareketlerine katkıları, yüzümüzün ifadesi ve gözlerimizin içindeki ışıltı veya alacakaranlıklar, dile hayat veren organik tezahürlerdir.

Bunların bittiği yerde, bitmeyen bir dil daha vardır! İçimizde sesiz bir dilimiz hiç durmaksızın konuşmaya devam eder. Daha çok kendimizle konuştuğumuz ve hatta düşüncenin dili olan sessizliğin sesidir bu dil. Kimi zaman vicdanın sesi olur; kimi zaman da rüyalarımızın dili olur. Simon ve Garfunkel’ın, ‘Sessizliğin Sesi’ şarkısını, sözleriyle bir hatırlayın hele. Ne demeye getirdiğim daha iyi anlaşılır.

Dil kullanımı önemlidir. Sokaktaki gündelik dille, düşünce, bilim ve sanata içkin kullandığımız dil arasında, neredeyse ters açı farkı vardır.

DİL MESELESİ ÖNEMLİDİR!

Dil felsefesiyle uğraşanlar, anlamın doğası, dil kullanımı, dil bilişselliği, dil ve gerçek arasındaki ilişki olmak üzere dört başlık üzerinden bir tartışma yürütürler. Bakarsanız, hayatın gerçeği ya da gizi belki de dili dille kavramsallaştırarak, onunla uğraş içinde olmamıza bağlıdır.

ÖNCE ANLAMIN DOĞASINI ELE ALALIM...

Diyelim ki iki kişiyiz; konuşuyoruz, tartışıyoruz. Konuşmanın bir yerinde karşımdakine diyorum ki, “seninle aynı dilli konuşmuyoruz”.

Oysa konuştuğumuz, ortak bir anadil; verili durum ise, aynı dili konuşmamaktan bahsedilen bir diyalog…

Bahse konu aynı dili konuşmama, iki farklı dili konuşan kişiler arasında olsaydı, içerdiği anlam, işin tam ortasına, merkezine oturacaktı. Hâlbuki aynı dili konuşup ca farklı dillerden bahsedildiğinde, ortada olan durum, anlamın doğası ile ilgilidir.

Kullandığımız dil, nasıl bir sözel ilişki kurduğumuzu ve bu ilişkiden ne anlamamız gerektiğini bize açıklar. Yani dil anlam yükleyicidir. Bu bakımdan bir öznedir. Öyleyse bunun bir de karşıtı olmalı ki, o da neyi anladığımız işidir. Neyi anladığımız, dilin nesnesidir. Bu karşıtlıkları kavramak, ancak anlamın doğasını bilebilirsek mümkün hale gelir.

DİLİN KULLANIMINA GELİNCE...

Adeta bir cambazlık işi, bir yetkinlik kapasitesidir. Dilin kullanımı, sadece bir dilbilgisi-gramer işi değildir. Kuşkusuz, bunlar da kullanım işinin bir parçasıdır. Ancak önce dil kullanımı için, konuşulan konu her ne ise, sağlam bir bilgi dağarcığına sahip olmak gerekir. Bilgiyi, sağlam bir mantık örgüsü ile ifade etmek sonraki basamaktır. Anlatım, seçilmiş veya bilinebilen kuru sözcüklerle değil, edebi bir entelektüelliği de içeren bir zenginliğe ihtiyaç duyar. Hayatın resmini çizebilecek gözlem ve deneyimle, bütünleştirmeyi gerektirir. Dili kullananın, kendi düşünce ve fikirlerine özgüvenini içermelidir. Belki de hepsinden ileri, kullanılan dilin olanaklarının iyi bilinmesini içermelidir. Burada bahsettiğim dilin matematiğinin bilinmesi hususudur. Yoksa beş yüz kelimeyle, gündelik iletişim işini halletmek değildir dil kullanımı…

SIRA DİL BİLİŞSELLİĞİNDE

Bu alanla ilgilenen araştırmacıların, ileri sürdükleri bir kuram var. Buna bilişsel kuram diyorlar.

Bilişsel kuram neyi ifade eder? Bu kurama göre, dilin gelişmesi ile bilişsel gelişim aynı doğrultuda seyreder. Bunun izlerini, belki de en iyi izleyebildiğimiz örnek, dili ve konuşmayı öğrendiğimiz bebeklik, çocukluk çağıdır. İnsanın zekâsının ve bilişsel gelişiminin ilerlemesi ile nesneleri temsil eden dilsel bir etiket kullanılması o çağdan başlar ve üstüne koyarak yol alınırsa, bütün hayat boyu sürer.

Kuşkusuz, bilişsel gelişimimiz sınıfsaldır. Bu gelişim, hangi sosyal ve kültürel çevreden geliyorsak, sınıfa içkin koşulların belirleyiciliğinde vücut bulur. Dille maceramız, böylece de bir ömür boyu sürer. Zekâ, doğuştan varlık bulduğu düşünülen bir davranış dürtüsü gibi algılansa da motifleri ancak sınıfsal konumun kazandırdığı zekâ yetisiyle doğru orantılı olabilecektir.

Dil bilişselliği ile ilgili bir diğer parça da bilgiyi işleme kuramıdır. Bilgi, beynin fonksiyonları içinde işlenen bir anatomofizyolojik süreçtir. Bu kuram, insanların bilişsel gelişim sürecini, bilgisayarların bilgiyi alması, depolaması ve sunmasına benzetir. Oysa biyolojik süreç, bilgisayar örneğine benzer evrelerden geçmekle beraber, insana aidiyet bakımından, önemli farklılıklar gösterir. Bir makine olmayan insan, bilginin ruhuna, ancak sınıfsal sosyal pratik içinde erişmektedir. Çıktısı da, yukarıda vurgulandığı gibi ancak sosyal, kültürel çevreyle mümkün hale gelebilmektedir..

DİL VE GERÇEKLİK ARASINDAKİ İLİŞKİ

Doğru nedir? Gerçek doğrunun neresindedir? Gerçek, hakikat midir?

Bu sorular, sadece felsefenin tartışma konuları değil, dil ile gerçeklik arasındaki bağın da kurulmasına başlama noktalarını oluşturmaktadır.

Kelime olarak doğru, gerçek ya da hakikat hem insanın içinde olduğu ve hem de insanı çepeçevre kavrayan bir bağlamlar manzumesinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Bu dışa vurum da dil çerçevesi içinde modellenerek bir anlatım buluyor. Kısaca, dilin gerçeklikle ilgili kurgusu, tez, antitez ve sentez diyalektikliğinde gerçekleşen bir süreci betimliyor.

Gerçek ve hakikati arayış çabaları, toplumsal düzlemde hem bilim ve hem de dinsel inançlar kapsamında sürdürülüyor. Her ikisinin referanslarının farklı olması, hakikatin algılanmasını da oldukça sorunlu bir hale dönüştürüyor. Ancak bu çabalar, bir tek büyük ve mükemmel bir alanda gerçekleşiyor. O da linguistik! Yani arayış yolları düalist, arandığı zemin ise bizatihi dilin kendisi. Burada kilitlenen nokta ise, dilin referansının yine kendisi olması meselesi…

NOKTAYI KOYMADAN ÖNCE...

Okuma, bilgiye erişim yollarından birisi. Okuyor muyuz? Yanıtının ne olduğu, hepimizin malumu…

Yaşamımızı, ortalama seksen yıl olarak tahmin etsek ve gerçek anlamda da son yetmiş sene her ay kesintisiz bir kitap okuduğumuzu varsaysak, dünyadan çekip giderken hepi topu sekiz yüz elli iki kitap okuyacak bir zamanımız kalıyor. Okuyor muyuz sorusu da böylece cevabını buluyor. Demek ki kitap kurdu falan değiliz. Kütüphanelerde duran kitapların önemli bir kısmı, belki de sadece sayfaları karıştırılmış olarak orada öylece bekleyip duruyor. Dil okumayla gelişiyorsa, gelişme evresinde değil, henüz giriş bölümündeyken iş bitti, yapı paydos düzlemindeyiz.

Kendi dilini bilmeyen, derdini anlatamayan ve “biliyorum ama ifade edemiyorum“ hafifliğine sığınan ne çok insan örneği var.

Dil sadece bir ifadeyi bir biçimde söyleme aracı değil, düşündüğümüzü dışa vurma ve geliştirme sürecidir de. Yani dil uçsuz bucaksız bir evrendir. Çorağı, yeşertip verimli kılmak elimizde ve usumuzda olsa gerek.

Dilin kemiği olmadığından, adrese teslim olsun diye bunları söylemek istedim. 

[email protected]