Dil çarpması

Bir edebiyat yapıtında insanı çeken birçok yön vardır: Kurgusunu sevebilirsiniz veya içeriği ilginç gelebilir; bazen de bu ikisinin çeşitli bileşimleridir okuru yakalayan ve bu bileşimler o denli çeşitlidir ki ne sayılabilirler ne de sınıflandırılabilirler. İşte bu yüzden yaratıcılık bitmez, işte bu yüzden her yeni kitapta yeni bir keyif umudu bulunur. Elbette işin bir de diğer yönü var: Ne mükemmel bir kurgu yeter ne de içerik; illaki bunları birleştirecek, biçimlendirecek bir dil gerekir, o olmazsa olmazdır ve edebiyatın da özü budur. İnsan bazen öyle şeyler okur ki biçim, içerik yoktur veya önemsizdir ama okuyunca çarpılırsınız; sizi dil çarpmıştır.

Sanırım saf olarak dili değerlendirmenin yolu, o yazarın bir “deneme”sini okumaktır da bu sözcüğe bir türlü alışamadığım için tırnak içerisinde yazdım. Biliyorsunuz İngilizce “essay” sözcüğünün Türkçesi olarak kullanılıyor ama aynı zamanda farklı vurgu derecelerinde “rapor, makale, anlatı, kompozisyon” hatta “taslak” anlamına bile gelebiliyor. Böyle olunca biraz ruhsuzluk (rapordan, makaleden); biraz bitmemişlik (taslaktan); biraz da zorlama (lise kompozisyon ödevlerinden) çağrıştırıyor bende. Uzatmayayım, tercihim “metin” demek; hem saydığım olumsuzluklardan uzak olduğu hem de bir oturmuşluk içerdiği için.

O zaman yukarıda söylediğimi şöyle düzeltmeliyim: Bir yazarın dilini değerlendirmek için en iyi yollardan biri yazdığı bir metni okumaktır. Ben de geçenlerde tam olarak bunu yaptım yazımdan sonra ve hatta kitapları, yazarların kentleri anlattıkları arasından seçerek konuyu daralttım. İyi bir seçimmiş:

Virginia Woolf, yazarlığının başka bir yönünü yansıtan Londra Manzaraları’nı 1931’de yazmış. Dönemin popüler kadın dergisi “Good Housekeeping” kendisinden her sayıda bir tane yayınlamak için Londra’yı anlatan altı tane metin istemiş. Yani Londra Manzaraları ısmarlama bir kitap. Woolf da yazmış: “Geçen insanların sürtünmesi, afişlerdeki mürekkebi yalayıp çıkarıyormuş ve böylece her yerde olduğundan daha çok afiş tüketiliyormuş ve daha yeni baskılardan oluşan yeni afişler her yerde olduğundan daha çabuk isteniyormuş gibidir.” İşte girişte anlatmaya çalıştığım şey buydu. Üzerinde birkaç afiş olan, aslında sıradan her yerde bulunabilecek bir duvar bundan daha keyifli nasıl anlatılabilir bilmiyorum. Olayın ve/veya kurgunun perdeleyiciliği olmadan sadece dil var o kadar; duvar bile önemsiz! Dil çarpması dediğim böyle bir şey işte.

Londra ile ilgili anlattığı ayrıntıları bilmek olası değil, zaten gerekmiyor da. Ama öyle bir anlatım var ki insan okumaktan, sadece okumaktan keyif alıyor. Edebiyat da budur zaten. Bilmediğin bir kentin, yüzyıl önceki ayrıntılarını okumak delilik olarak adlandırılabilir. Dahası, bundan keyif almaya ayrı bir düzey delilik denilebilir ama işte Virginia Woolf yazınca böyle oluyor! Yapacak bir şey yok.

Londra Manzaraları orayı görme isteği yaratabilir ama çok heveslenmemek gerekir: “Mrs. Crowe öldü ve Londra-hayır, Londra hâlâ duruyor, ama Londra bir daha asla aynı kent olmayacak”. 

Unutmadan, 1931 yılı Londralı ev kadınlarının okuma keyfine bir işaret koymak gerekebilir, bugün hangi kadın dergisinde böyle bir yazı dizisi yayınlanabilir ki? Ancak bu keyif çok sürmez, bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı’nın önce gerginliği sonra kendisi başlar, dergi kapanır. Her şey çok kötü görünmektedir, umutsuzluk öyle boyutlardadır ki 1941’de Virginia Woolf canına kıyar; tıpkı daha sonra Stefan Zweig’ın da yapacağı gibi.

Aynı yıllar, Türkiye’de bağıl olarak rahat geçmektedir. Savaş yoktur. Evet, ekmek karneyle dağıtılmaktadır; fırınların ekmekten başka unlu madde yapması yasaktır;  kahve yoktur, yerine nohut tozundan bir şeyler yapılmaya çalışılmaktadır; şeker yerine kuru üzüm kullanılmaktadır; geceleri karartma uygulanmaktadır ama savaş yoktur, toplu katliamlar yoktur.  1974 yılında Şeyh-ül Muharririn unvanı verilen, o tarihlerde dünyada en uzun süre gazetecilik yapan kişi olan Burhan Felek gazetelere günlük yazılar yazardı. 1943-45 yılları İstanbul’u anlatan yazılarını bir araya topladığı Eski İstanbul Hikayeleri’ni okurken bunları düşünüyordum. Burhan Felek, her ne kadar siyaseti sevmem diyorsa da yazılarında, ki bunlara fıkra denilirdi, savaş zenginlerini, stokçuları, azınlıklara baskıyı ister istemez yansıtıyor ama yine de savaşın dışında olmak çok güzel. Daha önce de söylemiştim, bu dönemin dış politikasını ayrı bir yazıda ele alacağım ama Woolf’u intihara sürükleyen ortamın İstanbul’da olmadığı çok açık.

Kendi türünde başka bir örneği var mı bilmiyorum ama neredeyse bütünüyle diyaloglardan oluşan Burhan Felek “fıkralarında” inanılmaz bir sıcaklık bulurum hep. Anlattığı konular, kendinin de söylediği gibi, politikaya doğrudan girmese de ister istemez dönemi yansıtır çünkü anlattığı günlük yaşamdır ve bu alan da ekonomiden, yani politikadan, bağımsız değildir. Bence iyi metinlerdir Felek’in yazdıkları, dil çarpması yaşatmasa da.

Tabii iş her zaman böyle gitmiyor. Afrodisyas'tan "Günaydın Yeryüzü"ne Tahsin Şimşek’in ağırlıklı olarak Karacasu-Afrodisyas, ama Japonya’dan İtalya’ya kadar, yazılarını topladığı kitabı. Kapakta “deneme-gezi” türünde olduğu yazılı. Afrodisyas yazıları değişik tarihli yazıların bir araya getirilmesi şeklinde olduğu için bütünlükten yoksun bence. Üstelik tekrarlar da var. Hatta bir süre sonra düzenlenecek bir sempozyumun, düzenlendi mi bilmiyorum, duyurusu bile var.

Bir yeri anlatırken turist gibi gördüğün yerleri anlatmak yetmez, böyle yapılırsa en fazla “rehber” olur; o da tam olmaz çünkü rehber hazırlamak da farklı bir iştir. Ama her ikisi de edebiyat olmaktan uzaktır. Bence bu türün edebiyat olmasının ön koşulu kişinin anlattığı yerlerin kültürüne hâkim olmasıdır ki bu sadece ön koşul. Şimşek’in Afrodisyas yazılarının iyi olma şansı varmış çünkü egemen olduğu bir kültür ama bence edebiyat gibi ele alınmadığı için eksik kalmış; Japonya, İtalya yazıları ise yüzeysel.

Peki, bu işin zirvesi nedir derseniz bence Goethe’nin İtalya Seyahati. Şöyle söylüyor Goethe: “Ben bu seyahati kendimi gördüklerimle tanımak için yapıyorum.” Yani hem bir iç hesaplaşma hem de bu hesaplaşmanın yeni enstrümanları için donanım. Bunun için epey bir kültürel hazırlanma dönemi geçirmiş ama “Yazılı yada sözlü rivayetlerin iyi olduğunu ne kadar söylerse söylesinler, bu çok az durum için yeterlidir çünkü bunlar herhangi birinin asıl karakteri hakkında, düşünsel şeylerde bile bir şey vermezler. Ama ancak tam bir gözlemden sonra insan rahatça okuyabiliyor ve işitebiliyor. Çünkü o zaman düşünüp hüküm verebilir”.

Geziler genellikle dinlenmek için yapılsa da Goethe açısından bayağı yorucu geçmiş: “Bir seyahatin gidişatı sırasında insan yolda elinden geldiğince her şeyi biriktiriyor; her gün, yeni bir şey getiriyor ve insan o konuda hemen düşünmeye ve hüküm vermeye başlıyor”.

Bir yerde şöyle bir şeyler okumuştum: “Goethe’nin yazdıklarını okuduktan sonra kendi seyahatimi çok boş buldum. Çünkü ben ne doğayı böylesine derin inceledim ne de sanat eserlerini.” Haklı! Ama İtalya Seyahati’ni okumak, bazı yerleri anlamak zor olsa da, tam bir dil şöleniydi. Sanırım Goethe’ye kulak vermek gerek: “İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir”.

Yoksa dil çarpar!

KÜNYELER:

- Londra Manzaraları. Virginia Woolf. Kırmızı Kedi ve Hece Yayınlarından başka yazıları ile birlikte farklı çevirileri var. Etiket fiyatları sırasıyla 10 ve 20 TL.

- Eski İstanbul Hikayeleri. Burhan Felek. Daha önce Ak Yayınlarından çıkmıştı, kitapçılarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. baskısı var, etiket fiyatı 16.5 TL.

- Afrodisyas'tan "Günaydın Yeryüzü"ne. Tahsin Şimşek. Afrodisyas-Sanat Yay., 2008. Sahaflarda 7 TL.

- İtalya Seyahati. Johann Wolfgang von Goethe. Daha önce Millî Eğitim Bakanlığı yayınlamıştı. Kitapçılarda İletişim yayınlarından Gürsel Aytaç çevirisi var, etiket fiyatı 33 TL