Devrimci şair arkadaşlarımdan biri, yeryüzü cennetinde birlikte yaşayacağı sevgilisine dikensiz gül bahçesi vadediyor. Bir zamanlar çok okunan bir kitabın adıydı: “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ki”. Bizim şair tersini yapıyor. Gül bahçesinde yaşam vadediyor; yalnızca gül bahçesi de değil, dikensiz gül bahçesi…
Olabilir mi? Dikensiz gül, güzel bir yaşamın simgesi olarak alınabilir mi?
Halkımızın gerçekçi mantığı tersini söylüyor; gülü seven dikenine katlanır. Dikensiz gül, gül değil artık başka bir şeydir. Bu başka bir şeyin de güzel bir yaşamın simgesi olmaması için bir neden yok denebilir. Ama dikensiz gül arayışı bana diyalektik bakış açısının tersi bir tutumu düşündürüyor. Çelişkili bütünü parçalamak ve karşıtlardan işimize geleni almak, bu, metafizik yöntemin bir özelliğidir. Gül, dikeniyle güldür. Yaşam sorunlarıyla yaşamdır, şairimizin gülün dikenini ortadan kaldırması gibi, onları yaşamdan çıkarıp atamıyoruz. O sorunları aştıkça, kendimizdeki olumsuz yanı değiştirip etkin kişiliğimizi geliştirdikçe, daha iyi ve güzel bir yaşama doğru yürümüş oluyoruz. Dikensiz değil, az dikenli bir güle dönüşüyoruz. Verimli toprağını bulmuş, dikenlerini iri ve gürbüz yaprakların altına gizlemiş bir gülcesine ya da ben buyum arkadaş, yaklaşırsan dizini bacağını kanatırım diye bas bas bağıran, susuz kıraçlarda kuru yapraklarıyla, sertleşmiş koca dikenleriyle kendini gizlemeden saklamadan ortaya koyan bir gülcesine yaşamak…
Kıraç topraklarda, bozkırın kısıtlı gerçeği altında, insanın yüreğini hoplatan bir kırmızı patlamasıyla karşılaşmak ne güzeldir. Arif Damar’ın “Gitme Kal” şiirinde, “Dağların kuytusunda bir uslu çiçek, Dağıtır mavisini kendi kendine”… Dağların kuytusunda o çiçeği bulunca sarhoş olmak… O çağın şairi bunu önermez, tersine şehirlerin kıvıl kıvıl insan kaynayan caddelerinde ve sokaklarında arardı güzelini. Kaçıp kuytulara saklanmakla hiçbir sorunu aşmış olamayacağımızı bilir ve bildirirdi. Tek ya da iki kişilik dünyalara kapanıp bahçesinde ebruli hanımeli açan evlere sığınmayı reddederdi. Çelişkinin, çatışmanın içinde olmaktan sevinç duyan bir fırtına kuşuna özenirdi.
Ellerin ve güllerin sevinci
Arif Damar’ın Gitme Kal şiiri, sorunların boğduğu, kaçarak kurtulacağını sanan insana bir umut kapısı aralamaya çalışır. En zorlu doğa koşullarında bile, bir güzellik kendini doğurabiliyorsa, beraberlik içinde olunursa aşılamayacak sorun yoktur. İnsanın yaşadıklarını özümseme ve bilgiye dönüştürme yeteneği, onun zorlu sorunları aşmasında her zaman yardımcısıdır. Ama tek başına değil, başkalarıyla birlikte ve toplumsal bir süreçte bu akıl gelişir ve işe yarar. Şair insanı bu yönünden yakalar: “Her şeyi aklına getir” der, “yaktığımız ateşi aklına getir.”
Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir
İnsanı ve yaşamı diyalektik kavrayışın şairi Arif Damar, ellerin sevincini ve o ellerin derlediği güllerin sevincini birlikte görebilmekte ve gösterebilmektedir. Üstelik dünyanın her yerinde bunu görür. Dikenden sakınan değil, gülün güzelliğine emekle, bilinçle kavuşan sevinçli elleri ve insanla birlikte anlam ve güzellik kazanan gülleri bu ilişkinin sevincinde şiirleştirebilmektedir.
Gülü seven dikenine katlanır değil, dikeniyle birlikte sever. Güzel, yaşamın devingen ve çelişkili süreci içinde ortaya çıkar. Geçicidir. İnsanın çocukluğu, gençliği, olgunluğu bir başka güzeldir. Güzeli tuvale taşımaya ve dondurarak daha sonra geleceklere de göstermeye çalışan ressam bile bu geçiciliği bir yere kadar sınırlayabilir. Müzeler, yüzyıllar öncenin, bugün bize pek bir şey söylemeyen güzel imgeleriyle doludur. Müzelerdeki birçok yapıta daha çok insanın tarihi sürecini anlamak için bakıyoruz.
İnsan toplumsal ilişkilerinin bütünüdür
Arif Damar, “Gitme beraberlik içinde, nasıl sevinirdik aklına getir” diyor. Beraberlik ya da toplumsallık çelişkinin yatağıdır. İnsan toplumsallık içinde varolur ve gelişir. Sistem toplumsallığı dağıtır, beraberliğin koşullarını ortadan kaldırır. Birbirimizi geliştirme olanaklarımızı daraltır. Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’de, insanın özünün toplumsal ilişkilerinin toplamı olduğunu yazmıştı. O halde nasıl bir insan olduğumuzu anlamak isteyen, toplumsal ilişkilerimize bakacak demektir. Peki, pek bir şey bulabilecek mi? Günümüzün toplumsal ilişkisi, bütünüyle üretim ilişkilerine indirgenmiştir. Ya da daha doğru deyişle bütünüyle onun diktatörlüğü altındadır. Her şeyi metalaştıran bu ilişki içinde, toplumsallık da metalaşmaya uğramıştır. Bu ilişki içinde, Fuzuli’nin ortaçağda şirini yazdığına benzer biçimde, “merhaba”nın bile eğer bir çıkar beklentisi yoksa, yeri kalmamıştır. İnsanlar giderek daha çok ve yoğun biçimde kayıtsızlığın güdümüne girmişlerdir. Bağlayıcı toplumsal değerler ortadan kalkmıştır.
Toplumsal ilişkinin yıkıldığı yerde insanın özü de yıkılmıştır. Özne olarak insan da ortadan kaldırılmıştır. Yirminci yüzyılın son çeyreğindeki burjuva düşünürleri öznenin öldüğünü söylerler. İradesi, kişiliği ve başkalarıyla beraberlik içinde yürüyüşü silinmiş bir insan tarifi yaparlar. Bunu koşullayan gerçekliğe bir isyan içermiyorsa, gerçeğin bazı belirtilerini, gülün dikenini mutlaklaştırıp kuram haline getiriyorsa, sayfalarca yazılıp çizilenler neye yarar?
Yaktığımız ateşi unutmadan
Kalabalık caddelerde, dağların kuytusunda mavisini kendi kendine dağıtan çiçekten bile daha kimsesiz ve yalnız olmak. Psikologluk mesleğinin yükselişi ve yüksek kazanç kapısı olması. Sokakta, otobüste, pastanede, insanın bir organına dönüşen cep telefonlarıyla başkalarını, yıkılan toplumsallığı, ekran dolayımıyla bulmaya çalışmak… Bu gerçeğin bazı görünümleridir.
Ben, “yaktığımız ateşi aklına getir” diyen şaire kulak veriyorum. Hâlâ ve hep birlikte oradayız. Şairin deyişiyle gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri için beraberlik arayışındayız. 2013 Haziran’dan beri ve 2015 Haziranıyla, dikenini koparıp atmaya kalkmadan gülün ve güzel Türkiye’nin yolundayız.
Henüz doğmamış güzel insanın ve güzel toplumsallığın peşindeyiz.