‘Dijital Çağ'ın’ ideolojisi olma hevesi

Monarşi yanlısı ve savunucusu olduğunu yazdığı kitaplarda temellendirmiş, tercihinin nedenini de ayrıntılı bir şekilde açıklamış olan Thomas Hobbes’un ünlü eseri Leviathan’a (Yapı Kredi Yayınları, çeviri: Semih Lin) bir giriş yazan Mehmet Ali Kılıçbay, Hobbes’un mutlakiyetçi olmakla birlikte aynı zamanda Liberalizmin kurucuları arasında yer aldığını söyler: “Siyasal ve ahlaki kurumların varoluş nedeninin ve ilk varoluş ödevlerinin vatandaşlarının güvenliğini sağlamak olduğu konusundaki ısrarı onun hareket noktasının birey olduğunu göstermektedir.”  Gerçekten de bütün korkutuculuğu ile devleti anlatan Leviathan’da devletin görevi de bu bakış açısıyla anlatılmaktadır. “Bir Devletin Nedenleri, Doğuşu ve Tanımlanması Üzerine” başlıklı bölüm “Devletin amacı bireysel güvenliktir” diye başlar. Devleti “yabancıların saldırılarından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek ve, böylece kendi emekleriyle ve yeryüzünün meyveleriyle kendilerini besleyebilmelerini ve mutluluk içinde yaşabilmelerini sağlayacak” güç olarak tarif eden Hobbes, “işte o EJDERHANIN doğuşu böyle olur” diye yazar. Kısacası devletin ve iradenin tek egemene bırakılmasının bir zorunluluk olduğunu söyler. Hobbes aynı zamanda çağının ölçüleri içinde dinle-teizmle ilişkisini oldukça cüretkar sayılabilecek akıl çerçevesine oturtabilen ama açıklamalarını dinin söylemi içinde yapmayı bir zorunluluk olarak kabul eden bir materyalist de sayılabilir ki bu, her zaman bulunduğu mekana ve zaman uyum gösterebilen, gerektiğinde laik gerektiğinde laikliğin sert eleştirmeni olabilen liberalizme hiç de yabancı bir bakış açısı değildir.

Ama kuşkusuz Hobbes’ta ağır basan, onun insana olan güvensizliğinden güç alan, mutlakiyetçiliğidir ve bunu da homo homini lupus- insan insanın kurdudur” vecizesi ile pek güzel dile getirmiştir. O cumhuriyetin demokrasinin çok iyi olduğunu ama ne yazık ki insana uygun olmadığını sık sık söyleyecektir.

 

ROMANTİK LİBERALİN SOSYALİSTLİĞİ

Liberalizmin insana güvendiğini, iki yüzlü olmadığını söylemek kolay mı peki? Liberalizmin bu özelliğinin yanı sıra oldukça geniş bir “kapsama alanına” sahip olduğunu söylersek, yanılmış ya da yanıltmış olmayız sanıyorum. Örneğin önemli liberal düşünürlerden John Stuart Mill kendini  makul ölçülerde sosyalist sayıyordu. Otobiyografisinde kendisinin ve sevgilisi (sonra eşi), kadın hakları savunucusu ve önemli bir entelektüel olan Harriet Taylor’ın sosyalizm konusundaki düşüncesini şöyle anlatıyordu: “Bizim nihai gelişme idealimiz Demokrasi’nin çok ötesine geçiyordu. Genel anlamda pekala sosyalist kategorisine sokulabilirdik.” (Aktaran Nicholas Capaldi, J.S.M, İş Bankası Yayınları, sf.207) Kuşkusuz bu sosyalizm hayranlığının sosyalizmle bir ilişkisi yoktu ama yine de o dönemin tartışmalarının ana konusu sosyalizmdi. Mill  Kasım 1848’de kendine özgü sosyalizmini şöyle anlatıyordu: “Ben sosyalistlerin özel mülkiyetten vazgeçme planına ölçülü ama kararlı bir dille karşı çıktım. Ama öteki konularda onlarla aynı fikirdeyim.”  (A.g.e. sf.227) Öyle anlaşılıyor ki, Fransa’daki 1848 devriminin Mill’in romantik sosyalizm hayranlığında payı vardı. Devrimin yenilgisinden sonra ise sosyalizm bir yana siyasetçi düşünür Tocqueville’in de etkisiyle herhangi bir devlet müdahalesine karşı çıktı. O tarihlerde Tocqueville, tartışmanın liberalizmle demokrasi arasında olmaktan çıktığını artık çatışmanın taraflarının demokrasi ve sosyalizm olduğunu ilan etmişti.

Romantik düşünür Mill tek örnek değildir. Liberallerin demokrasi konusunda “özgürlük” “eşitlik” kavramları çevresinde gidip geldikleri de bilinen bir şeydir. Onlara göre sosyalizm demek olan eşitlik özgürlüğe zarar verir, özgürlükle uyum içinde bir eşitlik ise liberal demokrasiyi güçlendirirdi. Bu kavramların içinin keyfe göre doldurulduğunu söylemeye gerek var mı?

 

NE İLGİSİ VAR Kİ LİBERALİZMİN KAPİTALİZMLE!    

Aslında bütün mesele liberalizmi kapitalizmle bağı olmayan bir ideoloji gibi gösterme gayretinden kaynaklanıyordu. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yeniden canlanma belirtileri gösteren liberalizmin gittikçe vahşileşen kapitalizmle göbek bağının olmadığını kanıtlamak iyice zorlaştığı için, tüm çaba bu yöne dönmüş bulunuyor. Buldukları, eski malzemelerin parlatılmasından başka bir şey değildir. O da “siyasal liberalizm”le “ekonomik liberalizm”in birbirinden farklı olduğunu iddia etmek, ama ah ne yazık ki ekonomik liberalizm etiketi yapıştı liberalizmin üstüne. Siyasal liberalizmi ekonomik liberalizmden ayırmak, ayrı düşünmek mümkün değildir. Dünyanın pek çok ülkesinde neoliberal ekonomi politikaları egemen oldu. Monetarizm ya da Friedmancılık ya da Şikago ekolü olarak liberaller ekonomiye ve siyasete yön vermeyi başardılar. Uyguladıkları ya da dayattıkları politikalar pek çok ülkede can yaktı, hâlâ da etkisini sürdürüyor. Türkiye de liberalizmin bu saldırgan döneminde işçi sınıf, çalışanlar, köylülük kısaca halk çok zarar gördü. İlginç olan liberal bir ekonomi politikasının bir askeri darbe ile yani zorbalıkla uygulamaya sokulmuş olmasıdır. 24 Ocak kararlarının IMF ve Dünya Bankası ile bağlantılı Turgut Özal tarafından olağanüstü yetkilerle uygulandığını hâlâ bu politikanın neredeyse alameti farikası olan “sıkı para politikasının” uygulanabilsin uygulanamasın otoriter bir yönetimle birlikte yürürlükte olduğunu biliyoruz. Unutmadığımız bir yakın tarih bilgisi de liberallerin yakın ve aktif desteğinin otoriter yönetimin tesisindeki belirleyici katkılarıdır.

Özetle “siyasi liberalizm” “ekonomik liberalizm” ayrımı gerçeklikle bağdaşmayan, yapay bir ayrımdır. Savunucuları da zaten varsaydıkları farklılığı anlatmakta zorlanıyorlar. En “etkili” savunmalardan birisini, Giovanni Sartori’nin “Demokrasi Teorisine Geri Dönüş” adlı Chatham Hause’ın izniyle “Türk üniversitelerinde kullanılmak üzere” Türkçeye çevrilen eserinde buluyoruz. Şöyle yazıyor Sartori: “Batıdaki endüstriyel gelişme serbest rekabet, laissez faire ve Manchester okulunun kuramsal himayesinde çıkmıştır. Demek ki, talihsizlik yeniliğin siyasal liberalizm değil ekonomik liberalizm olduğu bir dönemde adının konmuş olmasına rastlamış olmasıdır. Fakat sorumluluk ve suçlama bölünmez bir bütün olarak liberalizme atfedilmiştir. (…) Bugün dahi bir çok yazar klasik liberalizmden laissez faire liberalizmi olarak söz eder. Yani liberalizmi ekonomik ‘liberizm’ ile fena halde karıştırır.” Ama artık kimse karıştırmıyor, çünkü liberalizmin “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” iddiası yerini neoliberalizmin otoriter yeni dünya düzenine bıraktı. Bizde bile “özgürlükçü liberaller” bizi özgürlük olmadan da yaşanabileceğine neredeyse ikna ediyorlardı. Neyse ki liberalizm entelektüel dünyanın bir fantezisi olarak geçip gitti. Geçip gitti mi, tam emin değilim doğrusunu isterseniz…

LİBERALİZM GAFA’YI BULDU MU?

 Peki demokrasi bu denklemin neresinde duruyor. Bu konu yalnızca liberalizm kapitalizm ilişkisi ile değil aynı zamanda kapitalizm demokrasi ilişkisi ile de ilgilidir. Yeniden canlanmak için yeni kapıların, bir tür teorik yenilenmenin peşine düşmüş olan liberalizm tartışmasının yanı sıra bizi şimdi öncelikle ilgilendiren de budur.

Monarşiyi alt eden cumhuriyet en önde etkin burjuvazi olmak üzere farklı sınıflar katmanlar arasında gidip gelmelerle vücut buldu. Sosyalist denemeler dışında cumhuriyetler hâlâ bu süreci yaşıyorlar; dikta rejimleri, demokratik cumhuriyet arayışları, egemen güçlerin statükonun ne kadar güvenli olduğu belirsiz olsa da görece sağlam bir rejim kurmayı başardıkları cumhuriyetler olarak sıralanabilirler. Cumhuriyet adını kullanmakla birlikte cumhuriyet ve demokrasinin tanımının merkezinde yer alan laiklikle ilgisini kesmiş şeriatçı rejimlerin bu adı ne kadar hak ettikleri tartışmalıdır. Bütün bu karmaşık tabloya kapitalizmin uluslararası yine görece baskın küresel gücünü de eklemek gerekir. Demokratik cumhuriyet arayışları nihayet kapitalizmle ve liberalizmle mücadele ile belirleniyor. Bu nedenle de kötülüklerin kaynağı olduğu her açıdan kanıtlanmış ve bir anlamda da ömrünü tamamladığı itiraf edilmiş olan kapitalizmin tasfiyesini amaçlamayan arayışlar sonuçsuz kalmaya mahkum görünüyor.

Hızla değişen bu yeni dünyada liberalizm kendini epeyce eğitmiş, ekonomiler üzerindeki etkisini güçlendirmiş, yalnızca işletmelere değil finans dünyasının, hızla kök salan, hızla tüm dünyada varlığını gösteren “dijital çağın” ideolojisi olarak kendini yenilemeye niyetleniyor. “Kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların ‘(maddi) sermayesiz kapitalizm’, kimilerinin de ‘gözetleme kapitalizmi’ adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, ‘GAFA’ (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir ‘işçi aristokrasisi’ ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.” (Taner Timur. BirGün Pazar. 31.10.2021) Bu yeni dönemin karakteristik özelliği ise “yükselen ekonomiler” adı verilen ülkelerde siyasilerin ucuz işgücü, yoğunlaşmış sömürü sayesinde ülkelerini pazarladıkları, bunun için de otoriter yönetimlerin kapitalist metropollerin desteğini aldığıdır.

***

Türkiye de bu sirkülasyonun, tehlikeli anaforun, siyasete egemen kaosun içindedir. Zaten tam da bu nedenle demokratik cumhuriyet arayışları içinde olanlar, eğer hızla kendilerini yetiştiremez, mücadelelerini yeni koşullara adapte edemezler, sosyalizmi yalnızca bir amaç olarak değil zenginleştirilmiş bir içerikle yenilemezlerse bu kavgayı yenik bitirecekler, aynı zamanda hızla karanlık bir dünyanın, Orwell’in hedefini şaşırmış distopyasına doğru ilerleyen dünyasının sorumluları olacaklardır.