Türkiye’ye Devrim ve onun uzantıları, hep beklenmedik yerlerden geliyor!
Mustafa Kemal’in Aydınlanma ve Laiklik Devrimi olan ‘Anadolu İhtilâli’, her yanı işgale uğramış bir ülkenin kimi önemli aydınları – daha doğru deyişle, ‘aymazları’! – bile kurtuluş umutlarını bazıları Sevr’in imzacıları olan yabancı devletlerin mandalarına bağlamışken, Samsun’dan Ankara’ya uzanan çizginin son noktasında, Anadolu’nun ortalık yerinde patlayıvermişti. Anadolu İhtilâli aslında öylesine beklenmedik bir devrimdi ki, ülkenin ‘ilerici’ aydınlarının önemli bir bölümünü devrim olduğuna bugüne kadar inandıramadı.
Yıllar ve yıllar sonra, bu kez ülkenin tüm tarihinin en büyük ‘Halk Ayaklanması’ Taksim’deki Gezi Parkı’nda gerçekleşti. O da aslında hiç beklenmeyen bir Devrimdi. Çünkü hiçbir siyasi partiyle veya siyasal kurumla bağlantılı değildi. Ve yine çünkü, ülkede onyıllar boyunca ‘devrim’ sözcüğünü ağızlarından düşürmeyenlerin umarsız “Godot’yu Beklerken” oyunları sürerken, beklemekten ve daha da çok bekletilmekten usanan genç kitlelerce gerçekleştirilmişti. Etkisi, çok büyük oldu. Yanlış anlaşılmasın, bu ülkede değil. Çoğunlukla bu ülkenin epey ötesine, örneğin ta Brezilya’ya kadar uzanan bir yerküre kuşağında. Burada, bu ülkede ise, Devrimin eylem dilimini ancak tarihteki en yalın, iddiasının gücünün tüm kaynağını özgürlük gibi, ‘beni bana bırak’ gibi en insanca istemlerde bulan ayaklanmaların kararlılığı ile gerçekleştiren genç yüzbinler, eylemi yüz akıyla tamamlayıp ‘olgun’ ve ‘yetişkin’lere : “Şimdi arkasını doldurun!” dediklerinde tek yaşadıkları, büyük bir düş kırıklığı oldu. Bunun birinci nedeni, seslendikleri kişilerin böyle eylemlerin arkasının nasıl doldurulacağını bilmemeleriydi. Bu bilmeyenler arasında ‘teorisyenler’ ve ‘bilim adamları’ da vardı. Teorisyenler bilmiyorlardı, çünkü o güne kadar tek bildikleri ve becerdikleri, kurdukları bilgi fukarası teorilerle en güçlü pratiklerin altını oymak olmuştu. Öte yandan kendilerini ‘bilim insanı’ diyenlerin hatırı sayılır bir bölümü de bilgi ve bilim ‘geleneği’ ancak neredeyse yedi asır sürmüş dipsiz bir ‘bilgisizliğe’ dayanan bir ülkede sadece birer ‘çokbilmiş’ kimliğiyle ortadaydılar.
Ülkenin sol kesiminin bir bölümünü de içeren ilericilerine gelince, onlar da aslında bir modern çağ destanı diye nitelendirilebilecek Gezi Parkı Direnişi’ni sahiplenmekten en iyi bildikleri tutumu, yani kendi içlerinde bölünmeyi anladılar.
Bu arada aslında olup biten her şeyi isteseler doğru çözümleyebilecek yetişkinler de vardı. Ama bunların önemli bir bölümü de yanlış zamanda ve yanlış yerde Ben’lik davası güderek “Neden bize sormadılar?” gibi kısır bir sorgulamanın rehberliğinde, işi: “Acaba Gezi Direnişi abartılmış olamaz mı?” diyebilecek kadar gaflete düştüler.
Bugünlerde Devrim, Yunanistan’da gerçekleşti.
İnanç dünyaları ve tutumları bağlamında büyük çoğunluğu Ortodoks yönelimde olan, görünüşte günlük hayatlarında papazların takdisinden güç almadan pek adım atmayan Yunan halkı, ülkelerinin geleceği söz konusu olduğunda papaz cübbelerine sırt çevirerek iktidarı büyük bir çoğunlukla ateist Aleksis Çipras’ın liderliğindeki SYRİZA Partisi’ne emanet etti.
Bu konuda gelecek günlerde daha yazacak çok şeyimiz olacağından eminim. Ama bu noktada sözü fazla uzatmadan yalnızca bir konu üzerinde durmak istiyorum.
Basından öğrendiğimize göre ülkemizdeki ilerici ve sol kesimler, Yunanistan’daki seçim sonuçlarını büyük bir sevinçle karşılamışlar ve ‘masaya yatırmaya’ karar vermişler!
Bence yanlış! Ve şimdilik erken. Çünkü – yine bence – o sonuçlardan önce ilerici ve sol kesimlerimizin o masaya – artık! – kendilerinin uzanması gerekiyor.
Ya da şöyle diyelim: O kesimlere binlerce yıl önceki Antikçağ Yunan felsefesinin kurucularından Sokrates’in sesiyle seslenmemiz şart.
“Kendini bil!”
Bu seslenişe küçük bir sözcük de biz ekleyebiliriz : “Önce kendini bil!”