Devrim: Kaostan kozmosa

İncil “başlangıçta söz vardı” der. Goethe ise “başlangıçta eylem vardı” diyerek itiraz eder. Eski Yunanlılara sorsaydık, “başlangıçta kaos vardı” diye yanıt verirlerdi herhalde.

Çünkü Yunan düşüncesinde, yerlerden, göklerden, canlılardan, tanrılardan önce, en başta, başlangıçta Khaos vardı. İçinde her şeyi barındıran, ama hiçbir şeyin birbirinden kesin olarak ayrılamadığı, sürekli hareket eden ama hiçbir yöne doğru ilerlemeyen, uçurum kadar karanlık ve dipsiz, bir o kadar da kışkırtıcı ve yaratıcı bir boşluktu Khaos. Kendi sonsuzluğu içinde, her şeyi yutmuş kocaman bir ağız gibiydi.

Derken Gaia, toprak ana belirdi. Khaos, ormanların, dağların, denizlerin, akarsuların, gökyüzünün evrensel anası Gaia’yı kendi içinden yarattı. Gaia, kimseyle birleşmeden, önce Uranos’u, yıldızlı gökleri doğurdu. Kendisiyle eş büyüklükte ve eş sağlamlıkta doğurduğu Uranos, boydan boya Gaia’nın üzerine uzandı. Toprak ile gök, birbirini tamamlayan zemin ile kubbe gibi üst üste binen iki düzlem oluşturdu. Gaia, Pontos’u, denizleri ve suyu doğurdu ardından. Pontos, toprak ile göğün çevresini sardı, dört bir yandan kuşattı onları. Nasıl Uranos Gaia’nın üzerine uzanmışsa, Pontos da ikisinin etrafına serildi öylece.

Ve Khaos’tan çıkan Gaia’nın Uranos ve Pontos’u doğurmasıyla, evren ve dünya oluşmaya başladı. Khaos’un tersine, Gaia belirsiz ve biçimsiz değildi. Khaos’un karanlık boşluğunun aksine, Gaia’nın üzerindeki her şey açık ve aydınlıktı. Gaia’nın yarattıkları görülebilir, algılanabilir ve ayırt edilebilir biçimlere sahipti. Khaos’un kendi içinden çıkardığı Gaia, evrene ve dünyaya biçim verdi, düzenledi, yerli yerine oturtup sınırlarını belirledi.

Böylece kaostan kozmos doğmuş oldu.

Bir başka örnek daha verelim.

Yunan kent-devletinin, yani polis’in kabilesel kökenleri hakkındaki en açık kanıtlardan biri prytaneion’dur. Sözcük olarak “başkanın evi” anlamına gelen bir sözcükten türetilen prytaneion, kabile şeflerinin önemli konuları görüşmek için bir araya geldiği ve merkezinde her zaman bir ateşin yanık tutulduğu kabile konağıdır.

Koloni kurmak amacıyla topluluktan ayrılanlar, yanlarına bu kutsal ocağın ateşinden alır, yolculuk boyu o ateşi sönmeden korur ve nihayet yerleşecekleri yere varınca ilk iş olarak yeni polis’in orta yerine ocağı kurar. Kutsal ateş yanmadan, ocak kurulmadan önce orası bir kaos dünyası olarak kabul edilir. Ocağın kurulması ile birlikte artık kozmosa, sınırları ve biçimi belirlenmiş bir varlığa, polis’e dönüşür.

Bir kez daha, başlangıçta kaos vardır, ardından kozmos kurulur.

Yunan geleneğinde kaosun, kaos ile kozmos arasındaki ilişkinin bu denli önemli bir yer tutmasının nedenleri ayrı bir tartışma konusu elbette. Ancak Yunan düşüncesinin kaos ve kozmos, yokluk ile varlık, sınırsızlık ile sınırlılık, biçimsizlik ile biçimlilik, belirsizlik ile belirlilik arasında kurduğu ilişki yabana atılır cinsten değildir. Daha Herakleitos gibi büyük diyalektikçilerin ortaya çıkmasından binlerce yıl önce, Yunan mitik düşüncesi, kaosun içindeki kozmosu, kozmosun içindeki kaosu, karşıtların birliğinden doğan yaratıcı ve üretken enerjiyi hissetmiş gibidir. Başta Marx olmak üzere, modern çağların büyük düşünürlerinin Yunan diyalektiğini övgüyle anmalarının ardında bu incelikli kavrayış yatıyordu muhtemelen.

Bizim kültürümüzün düşünsel kökenlerinde ise, karşıtların birliği ve bu birliğin yaratıcı potansiyeli, fazlaca yer bulabilmiş bir düşünce değildir. Aydınlık ile karanlık, iyi ile kötü, doğru ile yanlış gibi karşıtlıklar, birbirini karşılıklı olarak var eden, kendisinde karşıtından bir parça taşıyan ve böylelikle diyalektik bütünlüğü oluşturan unsurlar olarak değil, varlıklarının kökeni mutlak biçimde ayrı, birbirinden tümüyle bağımsız taraflar halinde anlaşılır. Şeytan bile, tanrı düşüncesinin karşıt kutbu olmak yerine, tanrının yarattığı ve ona biat etmesi beklenen melek kullarından biridir.

Binlerce yıllık bir deneyimin tortulaşmış ağırlığı ve alışkanlıkların kendisini doğallaştırmak konusundaki karşı konulmaz ustalığı nedeniyle, diyalektik düşüncenin uyanık tutulması kolay değil elbette. Yine de, başta kendisine marksist ya da diyalektikçi diyenler, usanmadan, yorulmadan bu düşünce yönteminin inceliklerini, diyalektiğin insanlığa sunduğu düşünme ve ilerleme imkanlarını hayata geçirmek için çaba harcamalıdır.

Hem de öyle sadece felsefede, tefekkürde, zihin egzersizlerinde falan değil, basbayağı gündelik hayatta, gündelik siyasette, gündelik mücadelede de diyalektikçi olunmalıdır.

Bu diyalektik beklentisinin devrimi tahayyül etmekle bir ilgisi var mı peki?

Elbette var.

Toplumlar, kitleler, tümüyle homojen bir akılla ya da yekpare bir iradeyle hareket etmezler. Bu anlamda, büyük kalabalıkların ayağa kalktığı, harekete geçtiği anlar, hatta devrim dediğimiz devasa kalkışma, başından sonuna kadar her aşaması önceden planlanmış, programlanmış ve sağlama alınmış bir senaryo değildir. Devrimci dönemlerde gördüğümüz, bir bakıma, belirsiz, sınırsız, dipsiz bir kaostur. İçinde ileriyi olduğu kadar geriyi, aydınlığı olduğu kadar belirsizliği, kararlılığı olduğu kadar korunma telaşını, aceleciliği olduğu kadar temkinliliği, yıkıcılığı olduğu kadar yapıcılığı da barındıran, sizin bir uçuruma baktığınızda uçurumun da size bakması gibi, hem cezbeden hem de ürküten bir kaos halidir.

Devrimcilerin rolü ise, bu kaosu yok saymak ya da reddetmek değil, oradan bir kozmos çıkarmanın yolunu aramaktır. Kaos, kavga edilerek ya da burun kıvırılarak değil, barındırdığı yaratıcı ve üretken enerji açığa çıkarılarak düzene kavuşturulabilir çünkü. Dolayısıyla, devrimcilil, kaotik olanın ürküntüsüne kapılmak yerine, bir tür Gaia olmaya, mücadeleye biçim, içerik ve hedef vermeye uğraşmaktır. Bunun için de, öncelikle kaos ile kozmosu birbirinin karşısına koymayan, kaosun kozmosa hayat, kozmosun kaosa düzen verdiği bir düşünme yordamına erişmek gereklidir.

Mitler, tarihin artık unutulmuş olan kayıp dilidir. Bize anlattıkları, ipe sapa gelmez zırvalıklar değil, bu dünyanın eski sakinlerinin evrene, yeryüzüne, insanlığa dair bakış ve görüş biçimidir.

O nedenle, anlatılanların gerçek olmadığını ne kadar bilirsek bilelim, içimizin bir köşesinde hep gerçek olmalarını uman bir umut ışığı yakarlar. Çünkü mitlerin efsunlu öykülerinde, bugün başa çıkmak zorunda olduğumuz ağır görevlerin çok benzerlerinin bir zamanlar başarıldığını, insanlığın engellenemez ilerleyişinin bir hayal değil, geleneğimizin en kadim parçası olduğunu görürüz. O yüzden mitler bize iyi gelir, iyi gelmeye de devam edecektir.

Ve nasıl ki Khaos’un içinden çıkan Gaia, evrene ve dünyaya çeki düzen verip kozmosu kurmuşsa, o büyük ve kaotik halk kalkışmasının her noktasından fışkıran devrimciler de mücadeleyi çekip çevirmek, baş döndürücü karmaşayı sadeleştirip devrimi gerçekleştirmek, kozmosu kurmak işini üstleneceklerdir.

Akılla, iradeyle, bilinçle ve hedefle hareket eden, toplumlar ya da kitleler değilse de, öncüler, öncü devrimcilerdir çünkü.