Devlette pişen halka da düşer mi?

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1919 yılında imzalanan Versay Anlaşması’yla Almanya lime lime edilmişti…

Peki, Alman komünistler bu anlaşmayı nasıl değerlendirdi? Aralarından “Prusya-Junker militarizmi yerle bir oldu” diye kına yakan, zil takıp oynayan çıktı mı?

Öyle görünmüyor. Tersine, Alman komünistler anlaşmaya şiddetle karşı çıktı. Avrupa’da “sağlam duran” diğer işçi sınıfı partileri de öyle yaptı, anlaşmanın iptalini istedi. Lenin ise anlaşmayı “açgözlü bir zorbalığın ürünü” olarak niteledi.

***

Bu konu nereden aklımıza geldi?

Türkiye’de ancak  “tuhaf” diyebileceğimiz bir anlayış türemiştir. Bu anlayış, “milliyetçiliğe karşı çıkma” adına Türkiye’nin taraf olduğu her sorunda, uluslararası her gerilim ya da anlaşmazlıkta Türkiye’yi peşinen “haksız” ilan eder. Türkiye’nin karşılarında “haksız konumda yer aldığı” ülkelerin, güçlerin kim ve ne oldukları, niyetleri hiç önemli değildir. Önemli olan, nereden ve kimden gelirse gelsin Türkiye’nin bir yerlerden şiddetli bir tokat daha yemesidir.

Aralarından futbola ilgi duyanların, önümüzdeki ay Euro 2020 elemeleri kapsamında yapılacak milli maçta Andorra’yı tutacakları da aşağı yukarı kesindir.

***

Alman komünistler Versay Anlaşması’na “Alman milliyetçiliği” adına değil bu anlaşmayı dayatanların açgözlü emperyalist saldırganlıklarına işaret ederek karşı çıkmışlardı. Günümüze gelirsek, örneğin Ege, kıta sahanlığı, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları gibi meseleler söz konusu olduğunda sorulması gereken soru, Yunanistan, Kıbrıs, Avrupa Birliği gibi tarafların “haksız” ve “zorba” Türkiye karşısında gerçekten halisane amaçlarla hareket edip etmedikleridir.

Hadi biz öyle yaptık, bu meselelerde milliyetçiliği “ayaklar altına aldık”  diyelim; peki, diğer taraflar milliyetçilikten, emperyal-emperyalist çıkarlardan ve hırslardan büsbütün muaf, salt insaniyet ve uluslararası hukuk adına hareket eden kesimler midir? 

Daha sonraki tartışmaların sağırlar diyaloguna dönmemesi için önce bu konuda netlik gerekmektedir. 

Sözü edilen eğilimin sol siyasette belirli sınırların ötesinde ağırlık kazanması, etkili olması mümkün değildir. En fazla kafa karıştırabilir. Buna karşılık, onun “tersi” gibi görünen bir başka eğilim var: “Devlet güçlü olursa bundan halk da yararlanır…”

***

Türkiye son dönemde Kaz Dağları’nı, Salda Gölü’nü, Murat Dağı’nı, Alpu ovasını, Munzur’u ve aynı bağlamda başka mekânları konuşuyor. Sol vicdan ve düşünce diyor ki bu girişimlerde halkın yararı gözetilmiyor; ülkenin doğası, yaşam alanları, halkın geçim kaynakları, tarihsel ve kültürel mirası, vb. ona buna peşkeş çekiliyor…

Güzel.

Güzel, ama bunun hemen ardından sorulması gereken bir soru var: Kendi topraklarında halkın yararını hiçe sayan bir devlet/iktidar uluslararası meselelerde neden halkın yararını gözetsin ki?  Bu soruyu, daha önce sıralanan gerilimlere ek olarak S-400 gibi konuları da katarak düşünebiliriz. 

O zaman, kimi uluslararası meselelerde Türkiye’nin haklı olabileceğini kabul ettikten sonra yapılması gereken, bu haklılığın mevcut yapı içinde halkın yararına değil ancak devlet adına, devletin güçlenmesi adına kullanılabileceğinin vurgulanmasıdır.   Günümüz dünyasında geçer akçe, halkın desteği ya da yararı dışında silahlanmasıyla, istihbaratıyla, iç tahkimatıyla vb. güçlenen ve kurtlar sofrasında kendine yer bulan devlettir.

***

Kimse, doğaya ve yerel halka yönelik metalaştırıcı, rantçı, yağmacı, peşkeşçi vb. girişimlerle devleti dışa karşı güçlü kılmaya yönelik adımların ayrı şeyler olduklarını düşünmesin, “o başka bu başka” demesin.

Yerli-yabancı sermayeye, ranta ve metalaşmaya açılan her alan, beklenen ekonomik getirilerin yanı sıra “mekâna hâkimiyetin” yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi demektir. Mekânda hâkimiyet kuracak olan ise sadece sermaye değil aynı zamanda devlettir.

Bugün gelinen noktada Türkiye (yapabilirse) dış dünyaya karşı güç kazanarak, içerde ise peşkeş alanlarından elde ettikleriyle emekçilerin bir bölümünü satın alabilecek, “aşağıya sızma etkisiyle” durumundan hoşnut yeni kesimler yaratabilecek durumda değildir.

Dolayısıyla havuç dönemi kapanmış, yerini sopa dönemine bırakmıştır.

Sağlıklı bir solun yapması gereken ise, Türkiye’nin haklı sayılabileceği konularda bile bu haklılığın halka getirebileceği hiçbir şey olmadığının sürekli vurgulanmasıdır.