Dersim, Kazım Öz'ün Zer'iyle beyaz perdede

12 yeni filmin vizyona girdiği bu haftanın en iyisi kuşkusuz Berlin Film Festivali’nde en büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanan Macar yapımı Beden ve Ruh (Teströl es Leleklöl). Geçtiğimiz günlerde Istanbul Film Festivali kapsamında ülkemizde ilk kez izleyici karşısına çıkan ve vizyona girmesiyle eş zamanlı olarak Ankara Film Festivali programında da yeralan Beden ve Ruh, son yıllarda izlediğim en sıradışı aşk filmlerinden biri. Bir mezbahada kalite kontrol uzmanı olarak işe başlayan güzel ama patolojik derecede asosyal bir genç kadın ile aynı işyerindeki orta yaşlı, ununu eleyip eleğini asmış bir müdür arasında gelişen duygusal yakınlaşmayı konu alan Beden ve Ruh, “rüyalarda buluşmak” diye özetlenebilecek ve dolayısıyla ilk duyuşta kulağa çiğ gelebilecek bir konsepte sahip olmasına karşın son derece zarif anlatımıyla belleklerde yer ediyor. Bu iki müstekbal sevgili birbirlerine ilgi duyduklarını başlangıçta belli etmemeye çalışsalar da tıpatıp aynı rüyaları görmekte olduklarının tesadüfen ortaya çıkmasıyla zar zor da olsa bir yakınlaşma sürecine giriyorlar. 

Kazım Öz’ün Zer’i

Beden ve Ruh, tensellik/tinsellik ilişkisi üzerine içerdiği alt-metinler üzerinden hakkında uzun ve derinlemesine denemeler yazılabilecek bir film olsa da bu haftaki köşemi, geçen hafta söz verdiğim üzere, ülkemizin önde gelen Kürt sinemacılarından Kazım Öz’ün yeni filmi Zer’e ayıracağım çünkü dünya prömiyerini Istanbul Film Festivali Ulusal Yarışması’nda yapan Zer de bu hafta vizyona giren filmler arasında yeralıyor. Öz, Zer’in festivaldeki gösteriminin ardından yapılan söyleşide filminin 100 dolayında salonda gösterime gireceğini söylemişti ancak Zer, dağıtımını üstlenen The Moments Entertainment tarafından en azından ilk hafta itibariyle Batı’daki üç büyük şehir ve Doğu’daki üç Kürt şehri olmak üzere altı şehirde toplam 11 salonda gösterime çıkarılmış durumda (TME, Hollywood majörlerinden 20th C. Fox’un filmlerinin Türkiye dağıtım hakkını elinde bulundurması üzerinden ülkemizdeki en büyük dört dağıtımcıdan biri aslında). Anımsanacağı üzere Öz, Zer’in Kültür Bakanlığı Denetleme Kurulu tarafından gösterim izni alması için iki sahnesinin çıkarılmasının şart koşulması karşısında festivaldeki gösteriminde bu sahneleri karartarak ve sansürü ifşa eden yazılı bir notu bu karartılan sahnelerde perdeye getirerek tepki göstermişti.

Zer, 1990’lar boyunca çektiği bir dizi kısa filmin ardından biri askerlik yapacağı birliğine katılmak, diğeri “dağa çıkmak” üzere aynı otobüste tesadüfen yanyana yolculuk yapan iki gencin öyküsünü perdeye getiren unutulmaz Fotoğraf (2001) ile adını duyuran Öz’ün aslında yedinci uzun metraj filmi ancak her ikisi de belgesel olan önceki iki çalışması festivaller dışında gösterim şansı bulamadığı için şimdiye dek vizyonda izleyebildiğimiz beşinci Kazım Öz filmi. Geçen hafta Istanbul Film Festivali Ulusal Yarışması’ndaki filmler hakkında bu köşedeki genel değerlendirmemde, Zer hakkında daha kapsamlı bir eleştiriyi vizyona gireceği döneme ertelediğimi not etmekle birlikte, Dersim Katliamı’ndan sağ kurtulmuş bir kadının ABD’de yaşayan torununun, babaannesinden dinlediği bir türkünün izini sürmek üzere Dersim’e yaptığı yolculuğu perdeye getiren filmin öyküsünün ana çatısının bir diğer Kürt filmi olan Annemin Şarkısı (Klama Dayika Min, 2014) ile gösterdiği benzerliğe, Türkiye Kürt sinemasının kendi içinde benzer anlatıları yineleme sarmalına girmek üzere olduğunun bir emaresi olarak işaret etmiştim. Zer’in bir diğer ve esas sorunu, daha doğrusu eksikliği ise günümüz Türkiyesi olan bağının zayıflığı. Kuşkusuz filmin iki sahnesi sansürlenmiş (*) bir versiyonu üzerinden yapılacak böylesi bir eleştirinin hata payı içerme olasılığı yadsınamaz ama “geçmişle yüzleşelim” düsturu, günümüze dair politik bir duruşla takviye edilmediğinde en iyimser ifadeyle naif kalma riski taşıyor. Buradan filmin en çiğ sahnesine geçecek olursak, Dersim Katliamı mağduru kadının Kürt kimliğinin inkar edildiği başlardaki bir sahnenin bir Atatürk portresinin kadrajın ortasına yerleştirildirildiği bir çekimle perdeye gelmesi, örneğin bir zamanlar Fotoğraf’ta yer seviyesi çekimle bir çift çıplak ayağın bir kapıdan girip öbür kapıdan postal giymiş olarak çıkması gibi Türkiye sinemasının en unutulmaz mizansenlerinden birini perdeye getirebilmiş ve artık emektar sayılabilecek deneyimli bir sinemacıdan değil de ancak eline yeni kamera almış toy bir sinema heveslisinden beklenebilecek kör parmağım gözüne bir trük olması bir yana, 1990’larda veya 2000’lerin başında yine de anlamlı olabilecek bir mesaj iken bugün artık siyasal olarak da arkaik kalıyor.

Zer, ABD ve Afyon’da geçen ilk yarısının yavanlığına karşın Dersim’de geçen ikinci yarısında ise adeta ‘level atlıyor’. Yörenin doğasının, insanının, kültürünün bu kadar canlı biçimde yansıtılabilmesi Öz’ün büyük başarısı; bu arada, Dersim halkının Alevi kimliğinin de ıskalanmamış olması Zer’in bu bağlamdaki önemli artılarından. Öte yandan Dersimliler’in Zaza kimliğinin Zer’de perdeye yansıyış biçimi ise filmin Istanbul Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından bir izleyicinin sorusuyla gündeme gelince Öz, Zazaca’nın Kürtçe’nin bir lehçesi mi yoksa ayrı bir dil mi olduğu sorunsalının bilimsel araştırmaların konusu olması gerektiği minvalinde görüş ifade etmişti. Konuya birinci elden vakıf olmayan bir kalem olarak, filmin Dersim bölümlerindeki diyalogların bazılarının Zazaca olduğu bilgisini bilahere edindiğimi not edebilirim; bu da şu anlama geliyor: Zazaca da Zer’de yeralıyor ancak filmde Zazaca’nın da konuşulduğunu konuya vakıf olmayan bir izleyicinin anlaması olanaksız (örneğin, filmdeki karakterlerden hiçbiri konuşulan dili/lehçeyi açıkça “Zazaca” olarak adlandırmıyor, buna işaret etmiyor).

2000’lerde ülkemiz sinemasını, ülkemiz sineması ürünlerinin toplamını, hala “Türk Sineması” olarak nitelemenin anlamsızlığının ortaya çıkıp ülkemiz sineması ürünlerinin üst başlığı olarak artık “Türkiye Sineması” ibaresinin kullanılmaya başlanmasında özellikle Kazım Öz’ün Fotoğraf ile açtığı yol belirleyici olmuştu. Son birkaç yıldır ise perdelerimize yeni Kürt filmlerinin ulaşmasında tıkanıklık yaşanıyordu. Kültür Bakanlığı desteklerinde barış yanlısı sinemacılara karşı uygulanmaya başlanan “kara listenin” bu zorluğu daha da perçinleyeceği açık. Dolayısıyla, artısıyla eksisiyle, Zer’in çekilebilmiş ve sansürlenerek de olsa, umulandan çok daha sınırlı ölçekte de olsa gösterime girebilmiş olmasını, özgür kültürel üretimin zorlaştığı koşullarda bu uğurdaki çabaların bir ürünü olarak görmek umarım Polyannacılık oynamak olarak algılanmaz.

(*) Zer’de sansürlenen sahnelerden ilki, başkarakter Dersim Katliamı’na dair bir fotoğraf sergisini gezdiği esnada, diğeri ise Dersim dağlarında dolaşırken yeralıyor.