Derinlerde

Yaşama inadı bitmeden rahat edemeyeceklerini bilenlerin korkusu bir kâbusa dönüşüyor. Bir ülkenin üstüne topyekûn zulüm indirip, gözü dönmüş bir saldırganlıkla savuruyorlar yumruklarını.

Gelecek düşünün yakasına yapışan o eller, o nefret dolu yüzler tandık artık hepimize. Çünkü hayata düşmanlığın başladığı yerde, herkes için eşitlenir felaket. Hepimizin “terörist” ithamı ile karşı karşıya kalmasının anlattığı şeydir bu.

Boğazımıza yapışan ve sıktıkça zaferini ilan edenlerin güç naraları, önümüzden uygun adım geçiyor ve boğazları yırtılırcasına bağırıyorlarsa, beklemek, sabretmek, kendimizi kendi ellerimizle teslim etmek demektir ki, her teslim olan, mutlaka bir başkasının canını alır ve kendisini kanıtlamak istedikçe, elinde masumun kanı çoğalır.

Savaşın kanunudur;  bir başkasına yapılan zulmü görmezden gelen, saklanan, en önce sesini çıkaranı ihbar eder ve güce sadakat sunmak asla kâfi gelmez. Hep daha fazlası olmak için kulağını kapılara dayar, gözler pusulanır ve dili, sesin geldiği her yere bir yılan gibi sokulup tıslar.

Güç, kendine benzeştirdikçe kazanacağını bilir ve benzeştiremediği her şeyden korkar. Korku ise gerçeği hatırlatır. “Bir kişi kalsak bile susmayacağız” diyen sesin etkisinin kalabalıklardan daha güçlü olması bu yüzdendir. Korku imparatorluğu üzerine yükselenler için bu ses, yüz binleri, milyonları uyandıracak büyüklüktedir. İşte tam da bu yüzden, nerede itiraz varsa, nerede kendisine karşı yükselen ses varsa, elindeki tüm güçleri onların üstüne salar.

Halkın kıyameti bir andır çünkü.

Fırtınanın nerede kopacağı belirsizdir ve belirsizlik diken üstünde tutar zalimi ve nerede bir kıpırdanma olsa, şüphe sindiği yerden çıkıp, ele geçirir tüm bedeni. Rahat uyutmamak, mücadelenin andıdır ve tutar.

Bir avutma değildir bu.

Suç ne kadar genişse, zulüm ne kadar büyükse ve yolsuzluk, arsızlık ne kadar pişkinse, kopacak fırtına da o kadar büyük olacaktır ve en yıkılmaz görünen kaleler ya çökecek, ya saf değiştirip, kapılarını açacak, ya da hepimizin üzerine çökecektir. Halkın alacaklı olması benzemez çünkü hiçbir şeye.

Bütün zorbalar ihanetlerin ve suç ortaklıklarının üzerinde yükselirler ve en zayıf halka, hiç yıkılmayacaklarını zannedenlerdir. Her sarsıntıdan kurtulmayı, kendilerine bahşedilmiş bir kutsallık sananlar, çatırdayan duvarları fark edemezler ve elbette kokuyu en önce ihanet etmiş olanlar alır ve gün sayar.

Alkışlar azalır. Her yere bir ağırlık çöker. Sözler, cümleler sıradanlaşır. Heyecan kurur. Sloganlar hırıltıya dönüşür. Meydanlar sinsileşir. Sohbetler ahmaklaşır ve her şey bir kulaktan girip, öbür kulaktan çıkıp mış-muş haline gelir. Artık her şey geçmiş zamandır. Artık her şey kuru gürültüden ibarettir. Artık her şey yalan, dolandır…  Aşağıda dile gelmeyen, ifade edilmeyen ne varsa, artık bir kaza kurşunudur.  Daha öz ifade edersek, infialin en beteri, kendisine inanmış olanların sırtını dönmesidir.

Bu yüzden,

En tepeden, sürekli şarlayan o ses, iktidarından alacaklı olanların içinde sadece bir korku biriktirmez, onunla beraber hesap gününü de biriktirir.

Derinlerde bastırılan öfkenin gün yüzüne ulaşmasındaki tek engel, yüzeye çıkacak olana dair kaygılarımızdır. Sonrasına dair güven verecek bir siyaseti kuramadığımız sürece de bu kaygılar, hep bir “haklı” engel olarak duracak önümüzde ve bu kaygıların, siyasetin ana merkezine oturanlarca kullanılmasından asla kurtulamayacağız.

Kaygılarımız kırılmadıkça, halkın korkularının kırılmayacağını ve “neden ses büyümüyor” diye sorduğumuz her sorunun cevabının, aslında kendi kaygılarımızın içinde olduğunu ve bununla yüzleşmedikçe, “sağ baştan say” deyip, tekrar başa döneceğimizi hep aklımızda tutmalıyız.

Sürecin tüm yükünü, direnen, omuz omuza olan bir avuç insanın omuzuna bindirmek çok acımasızca gerçekten. Kendimizi olan bitenden sıyırıp, seyircisi haline getirdiğimiz her şey, tam da iktidarın istediği bir muhalefet tipine denk düşüyor. 

Belki de artık “ne yapabiliriz” sorusuna hep beraber cevap vermeliyiz. Artık cevap aramanın değil, cevap vermenin acil olduğu bir yerdeyiz. Kenetlenip, sözümüzü güç haline getireceğimiz ve sol siyaseti hakkıyla hâkim kılabileceğimiz bir dönüm noktasındayız. Bunun için de, sadece kimin, nerede, nasıl durduğuna bakmamız yeterli olacaktır.