Demokrasiyle sosyalizm arasında

Demokrasi modern anlamda, eşit haklara, özgürlüklere sahip yurttaşların, devlet yönetimine katılabilmesi demek. Bu haklar, özgürlükler de, “temel” hak ve özgürlükler olarak kabul ediliyor. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, yer değiştirme özgürlüğü,gibi. Özgürlükler “hak” olarak tanımlanıp, “resmi” hale getiriliyor. Bu nedenle de “hak” ve “özgürlük” kavramları yanyana kullanılıyor. Demokrasi ilerledikçe, yeni “hak” ve “özgürlükler” elde ediliyor, ya da, “veriliyor”....Demokrasinin ilerlemesi, özellikle bu anlama geliyor.

Hak ve özgürlüklerin her elde edilişine, daha fazla bir “eşitlenme”, “eşitlik” de eşlik ediyor. Bir hak ve özgürlük talebiniz varsa, bu muhtemelen, birileriyle ya da bazı kesimlerle, “eşit” hale gelmek için istiyorsunuz. Bu nedenle, özgürlük talebi, çoğu zaman, bir eşitlik talebi oluyor.

Aralarında daha fazla eşit, birbirlerine karşı daha özgür yurttaşlar, devlet yönetimine de katılabiliyorlarsa, demokrasi iskelet olarak kurulmuş demektir.

Özgürlük ve eşitlik mücadelesi, devlet yönetimine katılma talebiyle birlikte, özetle, demokrasi mücadelesidir. Hukuk önünde eşit olmak, hukuki haklar elde etmek, “katılım” ilkesi, demokrasinin hem tanımı, hem de, “sınırlarını”, çizer.

Modern devlet, eğer, tüm yurttaşlarına temel hak ve özgürlükleri vermişse, kararlarına onları katıyorsa, devlet demokratik demektir. Daha fazlası, yeni hak ve özgürlüklerin elde edilmesini gerektirir, ki zaten, yeni “kuşak” hak ve özgürlükler ortaya çıkmıştır. Ama, özellikle belirtelim, yine ama yine, hep, demokrasi içinde kalırız. Yeni kuşak hak ve özgürlükler, katılım, demokrasiyi derinleştirir, yaygınlaştırır.  Avrupa’nın, Amerika’nın gelişmiş “burjuva demokrasileri” bu derinliğe, yaygınlığa çoktan erişmiştir.

Ancak, sosyalizm, hak ve özgürlük elde etmenin, katılımın  ötesinde, insanların değil sadece “şeylerin” yönetildiği sınıfsız toplum kurma mücadelesi, kuramıdır. Bu mücadele demokrasi varsa, demokrasi içinde yapılır, ki, demokrasi gelişkinse, buna izin bile verir. Gelişkin Avrupa ve Amerikan demokrasilerindeki sosyalistlerin durumu budur.  Ama buralarda, ne zamandır, demokrasinin daha da “radikalleştirilimesi” dışında sosyalistlere pek seçenek ve hedef kalmamışa benzemektedir .  

Demokrasi gelişkin değil, henüz temek hak ve özgürlükleri dahi içermiyorsa, sosyalist mücadele, iki sorunla karşı karşıya gelir. Ya, hem demokratik, hem sosyalist mücadele verilir, aynı anda, yanyana, ya da birlikte; ya da, önce demokrasiyi getirelim, sonra da sosyalist mücadele yaparız gibi “ikili” ya da” aşamacı” bir strateji benimsenir. 

İlk tercih ya da zorlanma durumunda, hedef, sosyalistlerin sosyalist mücadelesi yanında, yine onların öncülüğünde demokratik mücadelenin verilmesi, ki bu çifte görev, gegemonya-hegemonya sorunu yaratır, “ikili bir devrim”le demokratik devrimi hızla tamamlayıp  (temel hak ve özgürlüklerin verilmesi, hukuk önünde yurttaşların eşitlenmesi demektir) sosyalist devrimi başlatma stratejisine dayanır. Eğer hala demokrasi kavramı kullanılacaksa, ortaya çıkan “sosyalist demokrasi” olarak adlandırılabilir. Ya da, Engels’in ve Lenin’in tanımlamalarıyla, “proleterya diktatörlüğü”.

İkinci tercih ya da zorlanmada ise, fark, “ikili devrim”den çok, “peşpeşe iki devrimin” hedeflenmesidir. “Tamamlanacak demokratik devrimin” içinden, “sosyalist devrim” çıkarma stratejisidir de diyebiliriz buna. Ama, bu ikinci tercih ya da zorlanma, bizi yine farklı yollardan da olsa, Avrupa ve Amerika’daki gelişkin demokrasi içinde sosyalizm mücadelesi verenlerin durumuna götürür. Demokrasinin ötesi, yani sosyalizm, mevcut demokrasinin “radikalleştirlimesi” amacına, sürecine, dönüşürür. Aslında olmuş olan, sosyalistlerin demokratik düzeni getirmiş olmalarıdır. Elbette, bu demokrasi, burjuva demokrasisi değil, bir “halk demokrasisi”dir.

Öyleyse, özetle, üç gelişmeyle, durumuyla, karşı karşıyayız. 1) Avrupa-Amerika’ya özgü, demokrasinin “radikalleştirilmesi” durumu; 2) “İkili devrimi” hedefleyen, hem sosyalist, hem de sosyalistlerin başını çektiği demokrasi mücadelesi; 3) Peşpeşe iki devrimi hedefleyen, demokratik olan ilkinden sosyalist devrim çıkarma stratejisi. Bu seçenek de, dolaylı yollardan, birinci duruma getirir bizi.

“Geçiş”, “gelişme” diyoruz ama, demokrasiyle sosyalizm arasında diyalektik anlamda nitel farklılık bulunuyor. İlki, hukuk önünde eşitlik, hak halinde tanınmış özgürlükler ve devlet yönetimine katılım olarak özetlenebilirse, ikincisi, tüm bunları yeni içeriklerle tanımlar, aşar. Örneğin, sosyalizmde eşitlik, artık kollektif ekonomi üzerindeki, ya da kollektif karar alma sürecine katılım için eşitlik mücadelesine dönüşür. Ya da, özgürlük, demokraside olduğu gibi, devlete karşı birey haklarını savunma mücadelesinin çoktan dışına çıkıp, bizzat devletin sönümlenmesi için yapılan bir mücadeleye. Ya da, eşitlik için mücadele, kentsel ve kırsal yaşam standartlarının eşitlenmesi için yapılan bir mücadele olur. Genel olarak, tarihin ve coğrafi dağılımın bıraktığı tüm eşitsiz ilişkilerin kaldırılması için sayısız “mücadelelere”. Kadınlarla erkeklerin tam toplumsal eşitliği için, örneğin, iş yaşamının, aile kurumunun dönüştürülmesi için mücadeleye. Ancak, toplumsal yaşamın her alanında yaşanan eşitsiz ilişkiler, bağımlılıklar, artık sınıfsal ilişkilerin, mülkiyet ilişkilerinin, aile ilişkilerinin, devlet-toplum ilişkilerinin dönüştürülmesi kapsamında görülür, ele alınır.

Denecektir ki,  tüm bunlar, sosyalist devrim sürecinin başlamasını gerektirir. Oysa konumuz, demokrasiyle, sosyalizm arasında yaşanan “durum”, “geçiş”ti. Kimi toplumlar ileri bir demokrasi aşamasında, ama, “daha fazla demokrasi” ya da “radikal demokrasi” istemenin ötesine geçemiyorlar. Sanki demokrasi içinde hapsedilmiş durumdadırlar. Kimi toplumlarsa, hala temel hak ve özgürlükleri dahi elde edememiş “durumda”, “aşamada”, bulunuyorlar.  Bu nedenle de, sosyalizmden önce, “demokrasi” sorunu vardır, denilecektir.

Ancak, demokratik düzen, demokratik talep ve mücadeleyle, sosyalist düzen, sosyalist talep ve mücadele arasında, ne süreklilik, ne ardışıklık, ne de aşamalar şeklinde kavranabilecek bir geçiş bulunuyor. Demokrasininin sorunları temelden farklı olup, neticede, eşitlik, özgürlük, katılım sorunlarına indirgenebilir. Nitelikleri, sorunları tümüyle farklıdır. Demokrasi için mücadele, ya da, demokrasi içinde daha ileri, radikal bir demokrasi mücadelesi, yine demokratik bir düzeni varsayar, sonuçta da, bu düzeni sadece daha da güçlendirip, derinleştirir.

Sosyalistlerin mücadele ve devrim stratejilerini demokrasiyle ilişkili hatta demokrasiye bağlı olarak düşünmeleri, tümüyle II. Enternasyonal’in, onunla birlikte gelişip bugünkü haline gelmiş Avrupa sosyal-demokrasisinin mirası, etkisidir. Oysa, Rus Devrimcileri ve Lenin, geri Rus demokrasisi, otokrasisi içinde bile, “demokrasi için” mücadele ya da “demokrasi mücadelesi” vermediler. Başarılarının sırrı burada yatıyor. Başta Lenin olmak üzere, demokrasiyle sosyalizmi iki farklı düzen olarak görüyorlardı. Hatta yine Lenin, demokrasiyi devletin bir biçimi olarak bile tanımlayabilmiştir (Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, 1992 Muzafer Erdost çevrisi, Sol Yayınları, sayfa 52). Devrim stratejilerinde en önemli ögeleri, “öncülük”, Avrupa Devrimi ve Rusya devrimi arasındaki bağlantı hatta işbölümü, “köylü sorunu”, “ulusal sorun”, “emperyalizm”, “savaş” ve savaşın “iç savaşa” dönüştürülmesi, oluşturuyordu. Tüm bu ögelerin yanında baştan itibaren “otokrasinin” devrilmesi önemli bir öge, hedef olarak da bulunuyordu elbette.  Ancak mesele, otokrasinin yerine anaysal bir cumhuriyet, demokrasi kurmak değildir. Aslında, Lenin ve partisinin, diğer pek çok parti gibi, sadece demokrasi ve sonraki anlamında sosyal-demokrasi yönünde hareket edip, Türkiye’deki pek çok sosyalistin hala yaptığını, daha o zaman benimseyip, “milli demokratik devrim” türü bir strateji benimsemeleri beklenebilirdi. Onların demokratik “durumu” daha geriydi, ama, daha ileri bir strateji benimsediler.

Rus Devrimcileri ve Lenin, demokrasi ve sosyalizmi birbirlerden ayrı, elma ve armut misali, iki farklı durum ve düzen olarak görüyor, birbirinin ne alternatifi, ne öncesi, ne de sonrası olarak kabul ediyorlardı. Özellikle Nisan Tezleri’nde, Lenin’in demokrasiyi burjuva demokrasisi olarak gördüğünü, onu da burjuva diktatörlüğüne eşitlediğini anımsayalım.  Aynı şekilde, Lenin’in anti-parlementarist olduğunu da... Proleterya diktatörlüğü derken, halk için demokrasi, burjuvazi için diktatörlük dediğini de...

Demokrasi ve sosyalizm, farklı “durum”, “düzen” olmaları nedeniyle, farklı talep ve mücadeleler sonunda oluşup gelişiyor. Eğer, sosyalistlerin “yüklenmek” zorunda kaldıkları “görevlerden” bahsediliyorsa, hepsinin yine sosyalizm çerçevesinde tanımlanması, sosyalist strateji içinde ilgili yerlere yerleştirilmeleri gerekiyor. Yani, demokratik görevler, demokratik halleriyle bırakılmamalı, sosyalist stratejinin içine yerleştirilmelidir.

Somut, güncel, aynı zamanda “stratejik” örnek mi isteniyor? Bir tarafta siyasal İslam, bir tarafta “Kürt Sorunu” önümüzdedir. Bu sorunları, Lenin nasıl görür, nasıl yerleştirirdi sosyalist stratejisine acaba? Hemen öğrenebildiğim, hakim olabildiğim kadarıyla, Lenin’in “düşünme” ve “kuramsallaştırma” biçimiyle söyleyeyim: Sadece “sosyalist cumhuriyet” demekle yetinmezdi. Bu cumhuriyetin hem biçimini, hem de “sınırlarını” söylerdi. Türkiye ile “tüm” Kürtlerin sosyalist federasyonunun Türkiye’deki “siyasal İslamı” da, çevre ülkelerdeki gericiliği de, geriliği de durduracağını öngörürdü...Siyasal İslam’a karşı laik cumhuriyetin kazanımlarını savunmak, ya da, Kürtler’e özerklik ya da “self-determinasyon” hakkı tanımak gibi, “demokrasi” içinde, ya da “demokratik” talepler düzeyinde,  kalmazdı...İçeriyle dışarıyı birlikte görür, ne kavramları, ne de sorunları, demokratik durumlarıyla, halleriyle,  anlardı. Onları mutlaka, diyalektik olarak dönüştürürdü...

***

Bir Marksiste soru sorulduğunda, hemen yanıt vermeye çalışmaz. Önce, sorunun doğru sorulup sorulmadığına bakar. Çoğu zaman, soruyu da değiştirir. Tıpkı, demokrasi mi, sosyalizm mi, ya da, önce bu, sonra diğeri mi, gibi sorular konusunda...