Demokrasi ve ötesi

Her buluşun bir zamanı vardır. Marks’ın dediği gibi, insanlık önüne çözebileceği sorunları koyar; çünkü sorun ancak onun çözümünün maddi koşulları var olduğu ya da en azından oluşmaya başladığı zaman ortaya çıkar. Peki tarihin herhangi bir anında, ciddi bir öncülü yokken birisinin aklına zamansız, zamanından çok önce iyi bir fikir gelirse ve hatta bir buluş yaparsa? Bunun örnekleri olmuş:

Heron milattan sonra 60 yılı civarında İskenderiye’de yaşamış bir matematikçiydi.  Matematikçiydi ama tüm eski bilimciler gibi bilimin her alanıyla ilgiliydi. İcat ettiği aeolopile (rüzgâr topu) isimli cihaz ilk buhar makinasıydı. Tepkili motorlara benzer şekilde buhar itişli metal küre dakikada 1500 devirle dönüyordu. Sonuç ne mi oldu? Buhar makinasının doğasına uygun toplumsal koşulların gelişmesi için 1700 yıl bekleyip, Newcommon ve Watt’ın kendisini yeniden keşfetmesini beklemesi gerekti. Heron’un makinası ise eğlenceli bir oyuncak olarak kaldı, o kadar! Bu arada, Heron’un zamanlaması çok uygun, işe yarayan buluşu da vardı: karada rüzgâr enerjisinin en erken örneğini teşkil eden yel değirmeni. Bu buluş, hemen olmasa da çok gecikmeden uygulama alanı bulup, bir süre sonra da bütünüyle köle emeğinin yerini aldı.

Doğa bilimlerinde iş gerçekten zararsız, zamansız buluş ya unutulur ya da Heron örneğindeki gibi “oyuncak” olur ama sosyal bilimlerde iş biraz farklı; zamansız bir kavram sadece basit bir şaka olarak kalmayıp insanların başına çorap ören kötü bir şaka halini de alabilir: demokrasi kavramında olduğu gibi.

Gerçekten de demokrasi sözcüğü, ilk ortaya çıktığı yer olan Eski Yunan’dan başlayarak her yönetim, her siyasi oluşumun jargonunda yer almıştır; her türlü baskı, insan hakları ihlali, savaş, darbe, demokrasi kavramı kullanılarak yapılmıştır. 

Bunları aklıma getiren ABD’li siyaset bilimci Leslie Lipson’ın Demokratik Uygarlık kitabı oldu. İlginç bir kitap; 1984 yılında 5000 adet basılmış, tükenmiş, ikinci baskısı yapılmamış. Kitaplığıma nasıl geldi bilmiyorum, ben almış olsam bilirdim? Neyse, demokrasiyi, tarihsel gelişimi, felsefesi, türleri, coğrafya, etnisite gibi unsurlarla ilişkileri vs. açısından ele alan bir tür ders kitabı denilebilir. 

Demokratik Uygarlık. Leslie Lipson. Türkiye İş Bankası Yay., Çev.: Haldun Gülalp, Türker Alkan 1984. Sahaflarda 12-45 TL.

Lipson’a göre demokrasi, vatandaşları için mümkün olduğunca fazla eşitlik ve özgürlüğü birleştiren bir devlet yönetim şeklidir. Sanırım bu “mümkün olduğunca” sözü üzerinde durmak gerekiyor çünkü tanımda ya da anlatıda böyle muğlak bir söz varsa tanımın anlamı kalmıyor demektir çünkü bir biçimde “ama burada eşitlik veya özgürlük yok” dediğinizde yanıt hazırdır: “mümkün olduğunca demiştik”! 

Kitapta bir siyasal sistemin demokratik olup olmadığı tartışılırken, en önemli ölçüt olarak eşit oy hakkı ve belirli aralıklarla yapılan seçimler olduğu söyleniyor. Evet, bunlar önemli ama “en önemli” denilince yine biraz temkinli olmak gerekiyor çünkü o zaman Türkiye’de de seçimler var ama demokrasi var mı sorusuna da yanıt verilmesi gerekir. Üstelik “zaman zaman iktidardakilerin nüfusun büyük bir bölümünü eğitimsiz bırakarak, egemenliklerini sürdürdükleri doğrudur” derken. Bu durumda demokrasinin bir iktidar sorunu olduğu kabul edilmiş oluyor ki, kimse de iktidarını, daha doğrusu ekonomik çıkarlarını kolay kolay terk etmeyeceğine göre yanına sınıf kavramı eklenmeden demokrasiden söz etmek olanaksız gibi duruyor: Eğer partiler demokratik oyundaki çeşitli rolleri oynayan aktörlerse, devlet de, kurumları aracılığıyla sahneyi ve dekoru sağlamaktadır. Sahnenin bazı sınırlılıkları vardır. Büyüklüğü ve biçimi sınırlıdır, oyun ve hareketler bu gereklere uymalıdır. Dekor, imgelemi etkiler ve düşsel bir dünya yaratır. Aslında bu cümle bir itiraf niteliğinde. Yani aslında demokrasi diye adlandırılan durumun bir senaryodan, kurmacadan daha fazlası olmadığını itiraf etmiş oluyor. Ekşi sözlükteki bir demokrasi tanımı, küçük bir topluluğun aldıkları kararları medyayı kullanarak, geniş yığınlara onaylatmasıdır derken, bence doğruya daha fazla yaklaşıyor.

Kapitalizm koşullarında çok partili sistemi uygulamanın da bir mantığı yoktur; çünkü bu partiler farklı bir şey söyleyemezler; çünkü sermaye mutlak bir şekilde yönetime hakimdir. Hepsi senaryodaki rollerini oynar, muhalefet için bile uygun bir rol vardır; karşı çıkılsa bile içleri yana yana tezkereye olumlu oy verirler. Sonuçta kapitalizmde demokrasi burjuva demokrasisi, daha doğru bir ifadeyle burjuvazi için demokrasi, daha da doğru bir ifadeyle tekeller için demokrasidir.

Peki, ileri kapitalist ülkelerin, örneğin Avrupa’nın demokrasi söylemlerini nasıl değerlendirmek gerekir? Örneğin, çocuk emeği istihdamına karşı çıkmaları veya çevreyi koruma çabaları nasıl değerlendirilmeli? Bende böyle düşünüyorum ama şunu da görmek gerekiyor: bu ülkeler çevreyi en fazla kirleten ve küresel fabrikada en fazla çocuk emeği kullanan ülkeler/şirketler. Ama başkalarının bunu yapmalarını istemezler çünkü başkalarının büyüyüp asla kendileriyle rekabet etmesini istemezler. TÜSİAD gibi, demokrasi raporları yazdırırlar ama sanki kendileri tüm antidemokratik yapıları kullanarak bugünlere gelmemişler gibi.

Tekrar kitaba dönecek olursam, demokrasinin sınıfsal özelliğini atladığı için, yani sağ bir bakışla yazıldığı için, bence, konunun altından kalkamıyor ama dediğim gibi, konunun diğer yönlerini ele alan iyi bir derleme niteliğinde, el altında bulundurmakta yarar var. Son bir not; Abdullah Öcalan’ın bu kitaptan çok etkilendiği ve okuduktan sonra hemen sonra “demokratik cumhuriyeti” savunmaya başladığı bir dönem çok yazılmıştı.

Demokrasi denilince iyi bir örnek Andrei Sakharov’un Memleketim ve Dünya adlı kitabı olsa gerek. Bilmiyorum Sakharov’u tanır mısınız? Kendisi Sovyet vatandaşı bir fizikçi, rejim muhalifi. Aynı zamanda Nobel Barış Ödülü sahibi. Tüm yaşamı Sovyetler Birliği’nde geçmiş. Kitapta SSCB’de yaşam düzeyinin çok düşük olduğu ve burada demokrasi ve özgürlüğün olmadığı anlatılıyor. Ve bir bilim insanından beklenmeyecek bir şekilde işçi ücretlerini dolar bazında batı ülkeleri ile karşılaştırıyor. Ama asla batıdaki işsizlik oranını vermiyor veya işçi ücretleriyle ne alınır yazmıyor. Sovyetler Birliği’nde eğitim, barınma veya sağlığın ücretsiz olduğunu, işsizlik oranının sıfır (rakamla 0) olduğunu söylemiyor. İşçilerin kültür ve spor etkinliklerine katılım oranlarından söz etmiyor. 

Memleketim ve Dünya. Andrei Sakharov. Çev.: Ferda Koray, 2. baskı, 1976. Sahaflarda 1-18 TL arası.

Demokrasi ve özgürlük konusuna gelince, elbette bu kavramlar öznel, sayısal verilerle karşılaştırmak çok zor ama yine de insanın aklına madem Sovyetler Birliği’nde özgürlük yok, peki bu kitap nasıl basılabildi diye sormak geliyor. Diyelim, gizlice yurtdışına çıkartılıp basıldı; o zaman böylesine antidemokratik bir rejimde nasıl rahatça dolaşabiliyorsun sorusu yanıtsız kalır.

Aslında bir olasılık daha var: kaba antikomünist kitapların uydurma olma olasılığı. Yani, Sakharov’un hiç böyle bir kitap yazmadığı, bunun Türkçeye çevrilmediği, Türkiye’den birilerinin yazıp Sakharov’un ismini yazıp, bir de çevirmen ismi uydurduğu. Bu hiç de yabana atılabilecek bir olasılık değil, çünkü 1975 yılında yayınlanan bir kitabın ne vakit Türkçeye çevrilip aynı yıl iki baskı yaptığını açıklamak kolay değil. Bu arada, kitabın bir yayınevi de yok. 

Demokrasi konusuna dönecek olursak, bunu sadece sınıfsal bir sistem olarak ele almak da yetmez, aynı zamanda bir kültür olarak insanların bunu benimsemesi gerekir çünkü imam-cemaat ikileminde olduğu gibi kapitalizm toplumun her kesiminde küçük diktatörler yaratır. Daha doğrusu, antidemokratik uygulamalar bir kültür olarak piramidin altlarına doğru yeniden ve yeniden üretilir ki, sistemin değişimi kadar yeni insanın biçimlenmesi de önemli bir sorun olarak kalır. Prof. Dr. Erdinç Tokgöz’ün kimi anıları ve yazılarından oluşan Türkiye İktisat Tarihi Yazıları ve Dört Akademik Kurum Dört Bilim İnsanı isimli kitabında bunun küçük örneklerini bulmak olası. Demokrat Parti döneminde Prof. Dr. Memduh Yaşa’nın, ülkede enflasyon olduğunu söyleyen öğrenciyi dersten kovması, 12 Mart darbesinden hemen sonra kraldan çok kralcı rektörün (İhsan Doğramacı) Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tasfiyeye girişmesi ya da Tokgöz’ün İktisat bölüm tarihiyle ilgili yazısını fakülte yönetiminin sakıncalı bulup yayınlamaması gibi.

Türkiye İktisat Tarihi Yazıları ve Dört Akademik Kurum Dört Bilim İnsanı. Erdinç Tokgöz, İmaj Yay., 2013. Etiket fiyatı 15 TL.

Tokgöz’ün kitabı sadece bunlardan ibaret değil elbette. Türkiye iktisat tarihi ile ilgili popüler yazıları, Osmanlının son ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ekonomiyi, Atatürk’ün vasiyetini, Türkiye- SSCB ekonomik ilişkilerini gibi konuları çok güzel özetliyor. Ancak, bunların ötesinde en önemli yönü, anıların yazılı hale getirilmiş olması. Hep söylerim, herkes anılarını bir biçimde yazmalı. İlla kitap şeklinde olması gerekmiyor, artık bloglar da bu işe uygun. Tarihin başka bir yönü ancak böyle görülebilir diye düşünüyorum.

Neyse, demokrasinin ötesi anılarda kalmasın diyelim.

1 https://ilerihaber.org/icerik/izge-gunal-yazdi-her-bulusun-bir-zamani-var-23804.html