Delirium tramens

Psikologların obsesif-kompulsif bozukluk olarak tanımladığı aşk, mantıklı düşünüldüğünde hakikaten pek öyle normal bir durum değil. Midede gastrit, kalpte taşikardi yapan bu his insanı tamamen ele geçirirse bünyeye zararlıdır. Öteden beri üzerine en çok kafa yorulan, spekülasyon yapılan konulardan biri olan aşk, matematikten sonra kafamın almadığı şey ne yazık ki. Yine de sormadan duramıyorum. "Mutlu aşk yoktur," dizesini düzen Aragon'a, "love is a name / sex is a game / enter the name / play the game" bakış açısıyla aşkın içini boşaltan insanlara inat Johannes gibi "Cordelia'm! Kucaklama, sarılma bir mücadele midir?" (Kierkegaard 2016: 133) diye soran, sorgulayanlar da var mı hayatta?

Aşk... Yokluğun yarattığı karşı konulmaz arzu, yargıları aşan güçlü bir coşku… Çoğunlukla sevdiği ile bir araya gelememiş, geldiyse bile elde edememiş, yanındayken bile özlem duyduğu için karşısındakinin varlığından acı duymuş insanın hissettiği… Gizli hançerinin parıldamasıyla hissetmeye başladığımız aşk, sonunda o hançerin kendi vücudumuza saplanıp kalacağını bilsek de ehlileştiremediğimiz bir duygu.

Evet, ehlileştirip kendinden kaçılması pek zordur. Yokluğunda boşluk, varlığında yorgunluk hissiyle boğuştuğumuz bu duygu, biraz akıl tutulması sebebi gibi görünse de belki de en insani duygudur. Çünkü aşk, yaşamı tutarlılığın sıkıcılığından kurtaran, kaosa ve anlaşılmazlığa sokandır. Yeminler edip günün birinde büyük laflar ettiğini görmek, doktorun ‘Bunlar sağlığınıza zararlı, yemeyin,’ dediği şeyleri inatla yemek, yüz bin kere tövbe edip yine şarap içmektir.

Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak görülen Soren Kierkegaard'ın aşkın karmaşık, çapraşık tabiatını ele aldığı kitabı "Baştan Çıkarıcının Günlüğü", alışılmışın dışında bir perspektiften yaklaştığı aşk hususuna ve aşkın sanatla olan ilişkisine dair önermeleriyle okurunu konu üzerinde daha da düşünmeye sevk eder. Otobiyografik özellikler taşıyan kitapta  Kierkegaard'ın Regine Olsen'e duyduğu tutkulu aşk ve sınırlanma korkusu ile terk ettiği sevgilisinin izine da rastlarız. Johannes'in günlüğü ve Cordelia'nın Johannes'e yazdığı mektuplardan oluşan kitap derinlikli bir metin kurulmasına öncülük eder. Johannes'in Cordelia'dan etkilenmesi ve onu kendine âşık etmesi ile başlayan hikayede bir aşkın başlayışına ve bitişine iki tarafın bakış açısıyla eğilir ve nihayetinde aşkın nerede başlayıp nerede sona erdiği sorusuyla cebelleşiriz.

Tam da bu noktada üç temel boyuttan söz eder Kierkegaard. İlki aşkın sanatsal yanı diye tanımladığı  estetik boyutudur. An'ı yaşamanın, olasılıkların keyfine varılmasının aşamasıdır bu. Aşk; gizem ve tutku doludur, bundan dolayı "Aşk ancak özgürlükle vardır." Hazzın

peşinde dolanan ve estetiği öldüren şey ise etiktir. Etik devreye girdiğinde sorumluluklar yüklenecek, toplum odaklı ahlak yapısı aşkı öldürüp sıkıcılığa dönüştürecektir. Johannes, Cordelia ile aşkın deryasında yüzerken hissettiği toplumsal zorunluluklar, normlar ve kaygılar nedeniyle içinde duyduğu aşkı yitirecektir. "Aşkın çok gizemi vardır, ilk aşkın da, ikinci aşkın da... Çoğu insan başlarını yere eğerek atılırlar bu işe, nişanlanırlar ya da başka aptallıklar yaparlar ve işte çok kısa bir zaman dilimi içinde her şey biter ve ne kazandıklarını da ne kaybettiklerini de bilemezler," (Kierkegaard 2016: 42)  derken estetik yanını özgürlükten alan aşkın, etik karşısında söneceğini anımsatır. Üçüncü mesele ise etik kaygıyı tamamlayan dinselliktir. Kierkegaard, Johannes vasıtasıyla okura derinlikli bir aşk dünyası  vaat eder.

"İnsan aynı anda birçok kişiye aşık olabilir çünkü onları sevme biçimleri farklı olabilir. Tek bir kadını sevmek çok az gelir; hepsini birden sevmek ilkel bir karakterin göstereceği hafifliktir ama kendini tanımak ve olabildiğince çok sayıda kişiyi sevmek, aşkın bütün güçlerini ruhunda hapsetmek ve onların her birine uygun gıdayı vermek ve bu arada bilincin hepsini birden kapsayabilmesi; işte mutluluk, işte zevk, işte yaşamak," (Kierkegaard 2016: 70) cümleleri düz okunduğunda sarssa, hatta yarım - tam insan, kadının yeri, annelik, vb. gibi konulara pek duyarlı (!) erk ve taraftarlarınca bıyık altı gülünerek karşılanacak olsa da, bir başka bölümde Johannes'in karşısındakine fiziksel anlamda sahip olmak istediğini değil ondan sanatsal anlamda tat almakla ilgilendiğini görürüz. Ona göre bir kadının ruhuna düş gibi süzülüp girmek sanattır çünkü.

Johannes "Kadın töz, erkek de yansımadır. Bu nedenle kadın seçim yaparken mutlaka titizlik gösterir ama erkek ister, kadın tercih eder. Ama erkek isterken sadece bir soru sorar ve yaptığı tercih aslında bir cevaptan başka bir şey değildir. Bir anlamda erkek kadından fazla ve başka bir anlamda sonsuzca eksiktir," (Kierkegaard 2016: 146) ve "Kalbinin labirenti dikkate alındığında her genç kız bir Ariadne'dir (Girit kralı Minos'un kızı; aşık olduğu Theseus taraından kaçırılmıştır)... Kendisini kurtaracak olan ipi elinde tutar ama bu ipten nasıl yararlanacağını bilemez," (Kierkegaard 2016: 112) derken karmaşık bir aydınlık olan aşkın neden sönmeye, sığlaşmaya yüz tuttuğunu irdeler.

Ah, başlangıçta karnımızda kelebekler, biterken kafamızda karıncalar hissetsek de; güllerin ve alev çiçeklerinin arasından kendimize bir yol bulabilirsek, avuçlarımızda denizin derinliği, kirazın güneşi, nergisin serinliği, çeliğin cevheri kalır mı acaba? Sona vardığımızda, Johannes ve Cordelia gibi sükut-u hayale uğrasak da rüzgârlara karşı duramaz mıyız bu yolun kutsallığı adına? Aşk yüzünden delirium tramens teşhisi konmasını da kimse arzulamaz ama.

* Yoksunluk sonucu halüsinasyon görme.

** Baştan Çıkarıcının Günlüğü, S. Kierkegaard, Çev: İsmail Yergüz, Say Yayınları, 2016