Değişimin ardında kalmak

 

Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi için neden önemli olduğuyla ilgili güçlü önermeleri şimdilik bir tarafa bırakalım. Aynı zamanda neden önemsizdir? Emperyalizm açısından ülkemiz Hollanda'nın alım gücü kadar ediyor, ABD'nin hepi topu bir ortanca eyaleti kadar. Tüm şirketlerinin piyasa değerini toplasan, bir Apple Inc.'ten biraz fazla bilemediniz iki Apple Inc.'ten biraz az…

İştahlı sermaye akımlarına, ulusal sınır, kamu otoritesi ve kendini tutarlı bir bütün olarak koruma hakkı dayatılmadığı sürece buna özen göstermeleri beklenemez. Bu sermayenin varoluşsal yasalarına aykırı. Hani diyorlar ya, Türkiye'ye istikrarlı bir pazar olarak ihtiyaçları var, hayır bunu kollayan herhangi bir sözü geçer otorite yok.

Türkiye’nin devlet aygıtı mı, burjuva siyasi gelenekleri mi sahip çıkacak peki bir tür bütünlüklü karşı duruşa? Günümüz ortalama bir burjuva siyasetçisi için "kamu"nun anlamı mı? Rol kapmaya çalıştıkları büyük senaryolarda kolaylıkla yakabilecekleri “ittihatçı-kemalist artığı” halktan kopuk bir külüstür...

Ve Ortadoğu'nun kolay ülke yakan büyük para senaryoları. Biri biter biri başlar, rekabet içinde beşi birden aynı anda zorlanır, bazen, tüh işte, ulusal birlik dayanamaz...

Bu vahşetle ve kaosla karşılaştırıldığındaülkemizin mevcut devlet aygıtı ve siyaseti ne kadar dirençsiz, köksüz ve ufuksuz geliyorsa, aksine tabana baktığımızda bu ülkenin hakim toplumsal dokusunun adeta bir balçık gibi olduğunu düşünebiliriz. Çürüyen Osmanlının çıkarcı, sığ ve köksüz gericiliği Anadolu çoraklığına sinik vaziyettedir. Yüzyıllardır otomobiller, televizyon ve apartmanları çıkarın, pek az şey değişmiştir. Burjuva devrimi, köklü bir dönüşüm ihtimalini, antikomünizmin bölgesel fırsatlarına pek erken satmıştır. Öyle ki teslimiyetin dibi olan bir Sevr Antlaşması bile bozkırın büyük bir kısmını, belki de bu iflah olmaz dokusundan dolayı, işgale değmez görmüştür!

Ne var ki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, özellikle 1970'lerin teknolojik sıçramasından sonra, sermayenin coğrafi yayılım cesaretini kat kat artırmış durumda. Ulusal zenginlik açısından en dipte bulunan kimi Afrika ülkeleri bile artık Çin-Avrupa-ABD mücadelesinin göbeğinde.

Toplumsal dokuya etki eden değişiklikler çok azdır, çok yavaş ve fark edilmesi çok geç olabilecek bir karaktere sahiptir ama dokuyu kalıcı bir şekilde değiştirebilir. Solun mirasını güncelliğe devrederken bu sinsi fakat kalıcı farklılaşmaları hesaba katması zorunlu.

Örneğin, 1980 darbesi Türkiye'yi faşist bir cunta karanlığına gömdüğünde, aydınlara hakim olan temel ayakta tutucu fikir sanırım şöyle bir eksende şekillenmişti: "Güneş balçıkla sıvanmaz." Hatta darbeden sekizbuçuk yıl sonra 1989'da işçi sınıfı hareketlenmeye başladığında "nihayet engellenemez dev uyanıyor" coşkusunu iliklerimizde hissetmemek mümkün değildi. İşkence ve maphushane, cop ve dipçik, "AB'ye girme hedefi" bulunan bir siyasi iktidarın en etkili yönetme aracı olarak ne kadar devam edebilirdi? Mutlak sömürü oranı daha ne kadar yükseltilebilirdi?

Hesaba katılmayan finansallaşma oldu. Kredi sistemini büyütmek, halkın en diptekiler dışındaki kesimlerine yıllar geçtikçe refah artıyor yanılgısı yerleştirmeye, borcu büyüyenin de daha fazla rıza göstermesine yetebiliyordu. Böylece cop ve dipçik geri çekilebilir, sadece kriz dönemlerinde devreye girebilirdi. Olağan dönemdeyse, daha kötü duruma düşmekten korkan, küçük iyileşmelere şükreden, gerici ideolojilere sonuna kadar açık bir işçi sınıfı daha kolay rıza gösteriyor, daha ucuza ve daha çok çalışıyordu.

Aşırı borçlanmış, kırla ilişkisi tamamen kesilmiş, ayakta durmaya çalışan işçi aileleri için "işsizlik tehdidi" eskisi gibi bir şey değildi. Artık eşit ve özgür yarınlar için kendini yakabileceğini düşünenler bile, hiç kimse çocuklarını yakmayı göze alamazdı!

Finansallaşma, ihmal edilebilir bir karşılığı olsa bile emekçiye zincirlerinden başka kaybedebilecek şeyleri olduğu fikri aşılıyordu. Son 8-10 yılda orta köylülüğün hemen tümünün borçlandırılarak sisteme katılmasıyla, yoksullar için özel tasarlanmış kredi kartlarıyla sistem tamamlandı. Ama 5 bin lira, ama 500 bin lira, herkes borcunu her şeyden çok önemser oldu.

Balçık gibi koyu, durgun ve çürüklerle dolu toplumsal dokuda sadece finansallaşma kaynaklı değil, başka tür değişiklikler de oldu. Mesela babadan kalma yarım dönüm bahçe, kentte başını sokmak için yapıverdiği gecekondu, apartman dairesi olarak yoksullara dönmeye başladı. Bu ikinci “mucize’, dünya tarihinin en çirkin ve büyük kentleşmesini yaratmak üzere avantaja çevrilmeye başlandı.

Bin lirayı zor kazanan emekçi ailesinin önemlice bir kısmının 100-150 bin liralık evlerde oturabilmesi, toplumsal dokuyu değiştirebilen faktörlerin arasına katıldı. 2000'lerin sermaye reorganizasyonunda iç gerilimlerin yarattığı pat durumunda kalan devlet aygıtları, polisin vatandaşa nazik davrandığı geçici bir dönem yaratmıştı. Sınıfın gayet razı, solun ise şaşırtıcı bir kabullenmişlikle marjinal kaldığı bu dönemde böyle bir ihtiyaç da yoktu. Gerçekten hemen herkes, 2000’lerde kendine düşen paya razı gibiydi.

Sokaklara çıkılabileceği fikri, henüz balçığa bulanmamış, apolitik de olsa, en azından özgür bir ülke isteyen gençlerde kitlesel olarak böyle oluştu. Özellikle yargı-akademi-askeriye gibi kurumlarının artık emperyalist yağmaya karşı bir kamu çıkarı gözetemeyeceğinin kesinleşmesinden itibaren.

Nihayetinde, sokakların rejimin karakteri açısından “normale döndüğü” günümüzde, iktidar bloğundaki yapısal ve kritik değişikliklere rağmen, çoğumuzun ömrünün tamamına yakınını oluşturan son 35 yıllık tarihimize bakıldığında biz cumhuriyeti borçla ve betonla yedik diyebiliyoruz.

Beş-on yıldır buna Ortadoğu’nun kaosu önce bir aksesuar gibi eklendi. Sonra gündelik hayatımızın, iç dinamiğin daha büyük bir parçası haline geldi. Öyle bir noktaya geldik ki, Ortadoğu - Avrupa sınırının yeniden şekillendirilmesi zorunluluğu, Türkiye'yi yine o makus boyunu aşan emperyalist dinamikler gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Bizzat emperyalist ağababaları tarafından raf ömrü dolduğu söylenen RTE rejimi, fırsatı bir gençlik aşısına çevirmeye çalışıyor.

Tıpkı finansallaşma ve betonlaşma gibi, mücadelenin esas konusunu derinden yeniden şekillendirecek yeni bir meydan okuma geldi: Göç. Nüfusun büyük göçmen dalgalarıyla kozmopolitleşmesi. Alt kültürlerin, hatta çok hukuklu bir sistemin ulusal referansların hemen tümünü anlamsızlaştıran kaotik bir aradalığı. Ve en önemlisi bunu olabildiğince tek parça tutabilecek yegâne tutkal olarak dinci gericiliğin egemen sınıf nezdinde rakipsizleşmesi. Ve elbette işçi sınıfının bölünmeye devam etmesi.

Evet, dün İran’a bugün Suudlara çok uzak değiliz diyorduk. Yarın belki Malezya ve Endonezya’ya çok yakınlaşabiliriz. Ve Avrupa’nın pamuk ipliğine bağlı merkez koalisyonları, şayet sınırları kapatırlarsa sol, açarlarsa aşırı sağ tarafından devrileceklerinin farkındalar. RTE onlara bir tampon önererek sarayının etrafına Mad Max(*) filmindeki gibi bir dekor yaratmak istiyor. Karşılığında da raf ömrünün uzatılmasını.

Şimdi sormamız gereken şu: Neden bu gidişatın sadece dinci gericiliği güçlendireceğini düşünüyor ve ellerini oğuşturuyorlar? Nasıl akacak olan göçmenlerle ve Kürtlerle birlikte bir emekçi cumhuriyeti yaratamayacağımızı düşünebiliyorlar?

@ErgunCagl

*Post-apokaliptik bir distopya, yani büyük felaket sonrası çölleşmiş dünyada çarpık bir hayatta kalma düzenini işleyen 1979 yapımı bu meşhur bilim kurgu filminde, adeta bugünkü Libya’yı gösterircesine hayat kabile savaşı düzeyine inmişti ve hem petrolü, hem de suyu tekeline almış olan bir tüccar diktatörün düzeni tasvir ediliyordu.