De-islamizasyon rüzgarları, birinci perde: ‘Dine özgürlük’ laikliği ve ‘Ne utanç verici Türk’üm diyene’

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerika, kendisi için mümkün hale gelen “emperyalizmin liderliğini” kabul etmiyor ve bunun için İkinci Savaş’ın sonunu bekliyordu. Zaten yenilmiş Japonya’da patlattığı atom bombasını, Amerika’nın kendi kendine hazırladığı bir “görev kabul töreni” sayabiliriz. Patlamayı, ölümleri ve çaresizliği; şaşaalı olmasını ve dehşet salmasını önemsiyordu. Bu “göreve” pek zorlu bir dünyada başladığını hatırlamak gerekiyor. İkinci savaşın sonunda, sosyalizmin Doğu Avrupa’da Budapeşte’ye kadar ilerlemiş olması Amerika’yı alarma geçiriyor ve Soğuk Savaş ile birlikte, Amerika’nın Sovyet etkisinin yayılmasını durdurabilmek adına Yunanistan ile Türkiye’ye “kalkan” olmasına dayanan Truman Doktrini’ni sahneye çıkarıyordu. Şimdi, Suriye-Rusya-İran cephesini yarmayı başaramayarak tarihi yenilgilerinden birini alan Obama’nın yeni bir “kalkan” ilanı var; Amerikan gazeteleri bu kez komünizm “canavarı” yerine radikal islam canavarının dehşet öykülerini boy boy yayınlarken Obama, Ortadoğu’yu radikal islama karşı “koruyacağını” açıklamış bulunuyor. Atom bombasından 11 Eylül’e, emperyalizmin bütün önemli politika değişikliklerine bir “dehşet” patlamasının eşlik ettiğini teşhis edebiliriz ve sonuncusu, “medeni” dünyanın ışıklı merkezi Paris’in göbeğindeki Charlie Hebdo katliamı oluyor.

Tekeller düzeninde zihni ile ahlakını teslim etmemiş herkesin, bir yandan “Hepimiz Charlie’yiz” çığlığını yükseltirken aynı zamanda “Peki ya Boko Haram’ın bir baskında katlettiği 2000 kişi ne olacak?” sorusunu sormasını insanlık yüzyıllarca unutmayacak. Unutmayacak, çünkü dolaylı olarak, uzak diyarlarda her gün yaşanan sayısız ölümü ve acıyı, 1001 Gece Masalları’ndaki despot sultan öyküleri sanan Batı insanının resmidir. “2000 ölü, kadın, erkek, çocuk, ne olacak”; Batılı için gerçek dehşet Paris’in göbeğinde yaşanandır, çünkü artık masal değildir. Emperyalizmin masallarına sarılmış Batı insanı, “Tehlikenin farkında mısınız?” sorusuyla vakit kaybetmeye zaman bulamadan “medeni” dünyanın da radikal islamın hedefi olabileceğini görmüş bulunmaktadır ve 2000 ölü Nijeryalı’yı “unutturan”, işte bu pek yakındaki tehlikenin yarattığı dehşettir. Emperyalizmin yeni oyununun açılışını, bu köşedeki ikinci yazımdan bu yana yazıyorum; prelüd bitmiştir ve şimdi birinci perdenin açılışını izliyoruz. Görkemli “start” verilmiştir.

Kim yaptı? Paris katliamının arkasındaki kim? Senaryoların ardı arkası kesilmiyor. Kuşkusuz, akıl yürütülebilir. Ancak bu denli büyük olaylar söz konusu olduğunda, en derin istihbarat bilgileriniz yoksa, bilemezsiniz. Bilebileceğiniz, sonuçlarıdır.

21. yüzyıl bir başka “dehşet” ile açılmış ve 11 Eylül’ü Amerika’nın Ortadoğu seferi izlemişti. Şimdi ise emperyalist aktörler bambaşka bir oyuna sıkışmış durumda. Türkiye üzerinde de etkileri olacak bir oyun bu. Öyleyse, Paris katliamının sonuçlarının da ışık tuttuğu kadarıyla, deyim yerindeyse, ilk perdenin ilk fotoğraflarını çekebiliyoruz ve başlıyoruz.

1) Bugüne dek Ortadoğu seferinin hedefinin öncelikli olarak Esad olması gerektiği konusundaki ısrarıyla Erdoğan’ı da sevindiren Fransa, “öncelikli hedefini” değiştirmiş ve “radikal islam” olarak ilan etmiştir. Amerika cephesinde, Esad’ın “kalması” görüşü yüksek perdeden dile getirilmeye başladığını, bunun hemen arkasına not etmek durumundayız.

2) Charlie Hebdo katliamı ile yaratılan dehşet ortamı, sıradan Batılı’yı, emperyalist cephenin Esad karşısındaki büyük yenilgisini unutturacak büyüklükte bir islam tehlikesi olduğuna ikna etme işlevi görmüştür.

3) Her koşulda vurgulamak gerekiyor: Siyasal islam yalnızca bir kılıf değil, emperyalizmin dünyanın başına sardığı çok gerçek bir tehlikedir ve artık, başta Amerika olmak üzere, tüm emperyalist cephe açısından “kontrol edilebilir” olmaktan çıkmıştır. Bunun, IŞİD ve türevlerinin içinde hâlâ CIA ve MOSSAD ajanlarının cirit attığı gerçeğiyle çelişmeyeceğini eklemek gerekiyor.

Emperyalizmin uygarlığa hediyesi olan siyasal islamın hem bir bütün olarak, emperyalist dahi olsa, herhangi bir “rasyonel” düzende ilerleme kapasitesi zayıf hem de kazandığı güç Amerika’ya bağımlılık mekanizmasını zayıflatmış durumda. Amerika uzun zamandır, kendi cephesini, AKP’yi, Katar’ı, Suudi Arabistan’ı ve kucağında büyüttüğü devlet-dışı aktörleri, kendi çıkarlarına göre hale yola sokmakla uğraşıyor. Tek başına, Amerika açısından, baş ağrısının büyümesi dışında çok büyük sonuçları olmayabilecek bu olgu, a) Amerika’nın Rusya-İran-Suriye cephesini yaramaması ve kendi kara kuvvetlerini geri çekmek zorunda kalmasıyla, b) “Ilımlı”/Radikal islamın Mısır, Tunus ve son olarak Gezi örneğinde Türkiye’deki muhalefeti keskinleştirme sonucu doğurarak ilk iki örneğin Arap Baharı ile başlatılan süreçten savrulmasına yol açmasıyla, Amerika’yı islam atına oynamada da geri adım atmak zorunda kalma noktasına getirdi. Obama, Rusya-İran-Suriye cephesine de, kontrol edemediği bir islama da terk etmeyi göze alamayacağı Ortadoğu’daki iddialarını, ayrıntılarını daha önceki yazılarımda vermeye çalıştığım, çok daha uzun soluklu bir başka savaş ilan ederek koruma peşinde. Şimdiye dek destekleyerek büyüttüğü islamın, kendisini beslemeyi kesen ve yer yer vuran eli ısırması öngörülebilirdir ve Batı hızla önlem almaya çalışmaktadır. Bir Paris katliamı “işe yarar” bir mesaj verebilir, ama ikincisi, üçüncüsü, en “hafif” sonucu ile, Batı egemenlerini koltuklarından eder.

4) Amerika’nın Charlie Hebdo katliamı sonrası dünya liderleri yürüyüşüne katılmamasını, bu tür bir gövde gösterisinde kendisinin de hedef olabileceği korkusuyla açıklamamız için elimizde yeterince işaret bulunduğunu düşünebiliriz. Obama’nın, bunca eleştirinin hedefi iken, Paris’te Amerika liderine ya da temsilcisine yönelik bir saldırının oluşturabileceği tablonun yükünü göze almak istememesi pek doğaldır. Fransa’nın Netanyahu’yu da benzer bir tehlikeye karşı uyardığını biliyoruz. Netanyahu’nun yürüyüş sonunda, hem olası bir saldırıdan korktuğu hem de Araplar’a yanlış bir mesaj vermekten çekindiği için Netanyahu’ya yürüyüşe katılmamasını öneren Fransız hükümetine ya da liderlerine değil, güvenlik güçlerine teşekkür etmesi diplomatik açıdan bir sapmadır. Amerika, yürüyüşün mesajına karşı değildir ve hemen ardından Dışişleri Bakanı Kerry’i göndererek gerekli tüm mesajları vermiş ve hatta Kerry’nin Fransızlar’a Fransızca seslenmesi kararlaştırılmış, uygulanmıştır. Bir kez daha sapma görüyoruz, Amerikan diplomasisinde yüksek düzey Amerikan diplomatlarının başka dillerde konuşmasının fazla örneği yoktur.

5) Fransa, yeniden “laikliğin kalesi” olduğu günlere dönmenin işaretlerini vermiştir. Eğitim reformu budur.

6) Erdoğan artık tek başınadır.

7) “Kürdistan” yakın zamanda mümkün görünmemektedir. Amerika Kürtler’i “koruması” altına almıştır, ancak bölge dengelerini gözetmek zorundadır. Şu aşamada Barzani’ye resmi bir Kürdistan vererek Irak’ı kaybetmeyi ya da Suriye’den resmi bir Kürdistan kopararak Rusya ile savaşı göze almayacaktır. Amerika’nın, koruması altına alarak Kürtleri eski usül bir Truva atı olarak kullanmayı hedeflediği söylenebilir, ancak bunun karşılığında Kürtler’e vaat edebilecekleri sınırlıdır. Amerika’nın Barzani’ye verebildiği petrol gelirinden başka, Türkiye’den resmi değil ama de facto bir Kürdistan koparma vaadi, ne denli gerçekçi olup olmadığının ötesinde, havada asılı tutulmaktadır. Amerika, zaman içinde bunu başarabilirse hem yeni bir karakol kazanacak hem Türkiye’yi daha da güçsüzleştirecektir. Daha da güçsüz bir Türkiye’nin, Amerika’ya Erdoğan kadar bile ayak sürümeyeceği açık hesaptır. Üstüne bir de Rusya’ya karşı bir enerji ağı kurulabilmesi planlarının Amerika ve müttefikleri açısından çekiciliğini ekleyebiliyoruz. Bu yolda ilerleyebildikleri ölçüde, Türkiye’de en ağır suç içeren söz “Türk”, ve yeni slogan “Ne utanç verici Türk’üm diyene” olacaktır.

8) Yeni perdede ve müdahale edilmediği sürece, Türkiye’yi bekleyen, “bir emperyalizm programı olarak detürkifikasyon” ile birlikte, Batı merkezli deislamizasyondur. Emperyalist cephenin ihtiyacı olan Türkiye, eski Amerikan elçisi James Jeffrey’in formülüyle “muhalefet partilerinin de dini özgürlüklere ve Kürt meselesine daha açık olduğu” bir Türkiye’dir; bir başka deyişle, aradıkları, şeriatçı değil ama liberal dini özgürlüklerle “aklını” yitirmiş; sözlük anlamları ile “bağımsızlıkçılığın”, “ulusalcılığın” ve “Türk” sözünün günah olarak görüldüğü bir ülkedir.

Batı merkezli deislamizasyonun, Türkiye açısından asla “laiklik” anlamına gelmediğinin altını çizmek gerekiyor. Laikliğin “dinden özgürlük” olarak değil, “dine özgürlük” olarak tanımlanması için uzun yıllardır önemli bir çaba gösteriyorlar ve aşırı uçlarının törpülenerek gene bu formülün oturtulmaya çalışılacağını görebiliyoruz. Başka deyişle istenen, “Şafak Pavey sekülerizmi”dir: Türbanlı meclis, güleryüzlü AKP, Kur’anlı CHP, mescitli Harp Okulu vb. de diyebiliyoruz. Bu bağlamda, Türkiye’de “ama’sız” ve tavizsiz laiklik kavgası aydınlanma, eşitlik ve sosyalizm kavgasının ilk ve ilk olması açısından en canalıcı ayağı olmaya devam edecektir. Burjuvazinin bir laiklik programı yoktur, olmayacaktır.

Emperyalist cephenin yeni planında ortaklaşması zaman aldı; prelüdünü nicedir okuduğumuz oyunun birinci perdesi “dehşet”le açıldı ve kendileri dehşet içindeler. Artık açık hedef Esad değildir ve bu, emperyalist cephenin uzun zamandır aldığı en büyük yenilgilerden biridir. Erdoğan’ın yenilgisi ve korkusu ise daha büyüktür. “Dahili ve harici düşmanlarından” duyduğu korkunun ne denli derin olduğunu görebiliyoruz; freni patlamıştır ve sertleşmekten başka yolu yoktur. Büyük tehlikeler ve daha büyük fırsatlar dönemindeyiz.