Dayanışma vakti

 

Ortalama bir yurttaş, dünyada Moritanya diye bir ülke bulunduğunu, uçakların nasıl uçtuğunu, Samanyolu’na en yakın galaksinin Andromeda olduğunu bilmeyebilir, bilmesi de icap etmez. Lakin sigorta primlerinin ne kadar olduğunu, yatırılıp yatırılmadığını, ne zaman emekli olacağını, sağlık güvencesini nasıl elde edebileceğini, çocuklarını hangi okula gönderebileceğini, ne kadar kazandığını, ne kadar harcadığını, kirasının yüzde kaç artacağını, faiz oranlarını, kredi fırsatlarını, market indirimlerini, zamları bilir, bilmek zorundadır. Bir tür hayatta kalma stratejisidir bu. Kapitalizmin vahşi beton ormanlarında başka türlü canını kurtaramayacağının farkındadır.

Günlük hayat dediğimiz de irili ufaklı bir müzakereler ve mutabakatlar silsilesidir. Semt pazarında iki kilo domates için pazarlık etmek de, bakkaldan ekmeğin tazesini talep etmek de, şuradan şuraya nakledilecek eşya, boyanacak duvar, taşlanacak kot, toplanacak fındık için ücret ve yevmiye tayin etmek de bu silsileye dahildir. Çıkarlar sürekli örtüşür, kesişir, çoğunlukla çatışır. Bir orta nokta bulunur-bulunmaz, mutabık olunur-olunmaz ve hayat öyle veya böyle devam edip gider işte.

Günlük hayatın bu akışı eşit yurttaşlar arası ilişkilere dayanır hesapta, çünkü anayasada “yasalar önünde tüm Türkiye vatandaşlarının eşit olduğu” yazmaktadır. Öyle olmadığını, bu ahir dünyada zenginlerin ve yoksulların, güçlülerin ve güçsüzlerin yaşadığını, bir avuç insanın servetinin on milyonlarca insanın toplamından kat kat fazla olduğunu, yani “bazılarının daha eşit olduğunu” hepimiz biliriz de, sokağın, gündeliğin ağrılı dengesinin peşinde, bize benzediğini varsaydığımız insanlarla yüz yüze, yan yana yaşar gideriz.

O insanlardan bazılarının “bize benzemediğini”, “bizden olmadığını”, çıkarların, inançların, iddiaların çatıştığı yerde gözle görülmeyen, ama kuvvetle hissedilen bir üstünlükle donanmış olduğumuzu düşünmeye başladığımız yerde bozulur o denge. Devlet destekli, iktidarın telkin ettiği, her daim sırtı sıvazlanan milliyetçiliğin çürümüş azı dişleri, korkunç bir sırıtış eşliğinde görünüverir. Karşımızdakinin, biz ona ne yaparsak yapalım, korunmasız, savunmasız olduğunu, hakkını arasa da eli boş kalacağını bilmenin güveniyle rahatlamışızdır. 

Üniversite kampüslerinde elde satırlarla muhalif öğrencilere saldırdığımızda polisin bizi değil, onları alıp götüreceğini biliriz sözgelimi. Kadınları taciz ettiğimizde, öldürdüğümüzde, onlara tecavüz ettiğimizde bir takım elbise, bir üniforma veya bir “namus” palavrasıyla himaye görüp ceza indirimi alacağımızı... Televizyon ekranlarından komşularımızı katledecek teçhizata sahip olduğumuzu alenen ilan ettiğimizde bize dokunulmazken, tek bir tvitinden ötürü 80 yaşında insanların mahkeme kapılarında süründürüleceğini... Sokak ortasında gazetecileri kurşunladığımızda, sırf Kürtçe konuştuğu için insanları vurduğumuzda bayrak önünde kahramanlık pozları verdirileceğini... Üç kuruşa fındığımızı toplamak için binlerce kilometre uzaktan gelen mevsimlik Kürt işçileri pervasızca, acımasızca dövüp hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edeceğimizi... Hepsini yapabiliriz, çünkü devletin, onun kolluk kuvvetlerinin, hakimlerinin savcılarının arkamızda olduğunu, birilerinin kulağımıza “aferin” diye fısıldayacağını biliriz.

Ermeni Soykırımı, Dersim Tertelesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu, sayısız katliam, yağma, işkence, cinayet... Cezasızlıkla maruf bütün bu tarihsel sürecin toplumsal bilinçaltında bıraktığı meşum tortuyla da beslenen milliyetçiliğin geldiği nokta, koca bir ülkenin mafya yöntemleriyle idare edilmesi, “makbul” sayılmayan yurttaşların ferahfeza hedef alınabilmesi, velhasıl baştan aşağı hızla çürümesidir. Güya halkın can güvenliğinden sorumlu bakanın, bir milletvekilini, Barış Atay’ı açıkça tehdit edip üzerine haydutları salacak kadar zıvanadan çıkabildiği bir ülkedir karşımızdaki. Kadınların, LGBTİ bireylerin, işçilerin, emekçilerin, yoksulların, devrimcilerin, komünistlerin, Kürtlerin, göçmenlerin, gayrımüslimlerin, yani iktidarın kolladıkları dışında kalan herkesin daimi bir korku ikliminde yaşamaya mahkûm edilmek istendiği bir ülke...

Bu karanlık iklimi, bu çete iktidarını, bu çürüyen ülkeyi değiştirmek dışında çaremiz yok. 

Örgütlü olmak, omuz omuza durmak, dayanışmak dışında çaremiz yok.

Çünkü birbirimizden başka kimsemiz yok.

 

 

Film tavsiyesi:

Duvara Karşı - Fatih Akın 

Soul Kitchen - Fatih Akın

(Birol Ünel’in anısına...)