Davutoğlu’nun tarihle imtihanı

Davutoğlu’nun hızlı bir trafiği olduğuna hiç kuşku yok. Sıfır sorundan, bölgede istenmeyen adam olmaya ışık hızıyla geçti; Dışişleri Bakanlığı’ndan Başbakanlığa geçişi hızının ABD Başkan Yardımcısı Biden’ı dahi şaşırttığını biliyoruz. Ekranlarda sesini yükselttiğini gördükçe bizler de artık başbakan olduğunu hatırlıyoruz. Esad’ı üç haftada indiremedi ve Halep’i Yozgat yapamadı, ama hızından bir şey kaybetmiyor. Davutoğlu’na göre, Sisi bir gün “suçlu” ve “gayrımeşru”, diğer gün “Mısır ile görüşülüyor”; Haşimi bir gün konuk ve diğer gün, daha düne kadar iletişimi kopardıkları Irak yönetiminin talebi üzerine Irak’a teslim mi edilecek, soruları soruluyor. Bu hızlı tempoda geriye yalnızca uyku vakti kalıyor ve Davutoğlu’nun uykusunda da Gazali ve Hegel’le tartıştığı dünya kayıtlarına geçmiş bulunuyor.

İtiraf etmeliyim, siyasetle ilgilenen biri olarak Davutoğlu’nun kitaplarını ve wikileaks belgelerinde “fantezi” olarak adlandırılan teorilerini merak etmemiştim. Bir felsefeci olaraksa, uykuda Hegel’le yapılan tartışmalar pek ilgimi çekti, ama Davutoğlu’nun trafiği kadar hızlı olmasa da bizim de kendimize özgü bir trafiğimiz var, başbakanımızın Hegel’le anlaşmazlık yaşadığı konuların izine ancak yakın zamanda düşebildim.

Yazdıklarında, Hegel’i andığı yerlerde tanıdığımız, bildiğimiz Hegel’i bulamadım, ama akademisyen Davutoğlu’nun, kendisini bir Hegelci olarak lanse eden Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine karşı tezini yakalayabildim. Davutoğlu, Fukuyama’nın Berlin Duvarı’nın yıkılışının ve Sovyetlerin çöküşünün ardından 1992 yılında öne sürdüğü teze, yirmi yıl sonra “hayır, tanık olduğumuz tarihin sonu değildir” şeklinde karşı çıkıyordu ve şaşırtıcı bir yanı olduğunu kabul etmek gerekiyor; dünyanın geri kalanıyla aynı fikri paylaştığı nadir anlardan biri olduğunu düşünebiliriz. Ancak Davutoğlu hızlı, ve “an” kısadır; karşı-tez devam ediyor, “içinde yaşadığımız tarih hızlanmıştır ve İslam medeniyeti geleneğini sahiplenen bir Türkiye için sayısız fırsat sunmaktadır”. Sonrası daha da şaşırtıcı, neden mi, çünkü Hegel ararken Mustafa Kemal buluyoruz ve çünkü o tarihte “sıfır sorun” politikasının mimarı olacak Davutoğlu, temelde “yurtta sulh, cihanda sulh” doktriniyle kavgaya girişiyor.

Davutoğlu’nun söylediği kabaca şudur; 1990’lı yıllar, Saraybosna’dan Irak’a, Türkiye için büyük fırsatlar sunmuştu, ancak kemalist gelenekten kopamamış Türkiye “defansif tutumunda” ısrar ederek bu fırsatları kaçırdı. Anlıyoruz; ikinci Irak savaşı da büyük fırsatlar sunuyor ve tarih hızlı, ancak Davutoğlu daha hızlı, trafiği bundan kaynaklanıyor. Kitaplarında yazdığı hedef, 2015’e kadar, tüm fırsatlara müdahale ederek Türkiye’yi, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden hemen sonra, dünyanın altıncı güçlü ülkesi yapmaktır.

Tampon barışı

“Yurtta sulh, cihanda sulh” tartışması nerede diyeceksiniz, öyleyse başlıyoruz: Türkiye Cumhuriyeti’nin, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’na kıyasla son derece mütevazı sınırlar içinde kurulduğunu biliyoruz; kaybedilen topraklara ek olarak, kuruluşunda bir tampon olarak kabul görmesinin etkisidir. Savaşlar, yeni alan kazanımları içindir ve sona ermelerinde hep tampon meselesini görüyoruz.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonunda, emperyal güçler açısından, Osmanlı’nın ortadan kaldırılmasından önce ve daha önemli mesele, önce Rusya’nın ve daha sonra Bolşevikler’in genişlemesini engelleme ve bunun için bir “tampon” bulma işiydi. Önce Ermenistan ve Kürdistan düşünüldü. Ancak, 1919 yılında General Harbord başkanlığındaki Amerikan heyetinin, bölgeyi Ermeniler’in de Kürtler’in de tutamayacağı, devlet tecrübesinin yalnızca Türkler’de bulunduğu yolundaki raporunda da belirtildiği gibi, Türkiye’nin etrafını tamponlar ile sarma planlarından Türkiye’yi tampon olarak kabul etme noktasına gelindi. 1921, hem emperyalistlerin hem de Sovyet sosyalizminin Türkiye’yi tampon olarak kabul ettiği yıl oldu; bir yanda emperyalistlerin Ermenistan ve Kürdistan planları ve diğer yanda Mustafa Suphi düşüyor, kemalizmin “sınıflarüstü rejim” vurgusuyla yükselmesinin önü açılıyordu.

“Tampon Türkiye” bir zorunluluk olarak ortaya çıktı; bunda Kürtler’in ve Ermeniler’in “viable” tamponlar oluşturacak güçleri olmamasının yanında, sıkıştırılan Türkiye’nin Bolşevik cephesine yaklaşacağı korkusunun da etkisi olduğunu not etmek gerekiyor. 22 Şubat 1920’de Winston Churchill, Başbakan Lloyd George’a yazdığı mektupta Yunanlılar’ın İzmir işgaline karşı olduğunu en sert uyarılarla birlikte yazıyordu; söylediği şudur: Yunanlılar ilk aşamada başarılı olabilir ve Türkiye içinde doğuya doğru ilerleyebilir. Ancak bu, Türkleri “Bolşevikler’in kollarına atmaktır”. Bu durumda, Mezopotamya’da ordunun geri çekilme döneminde, güçlü bir ordu yokluğunda Musul ve Bağdat’ı elde tutmak mümkün olmayacaktır.

Churchill uyarıyordu, Türkler’le savaş Musul’u tehlikeye atmaktır. İngilizler Musul’u kendilerinin sayıyordu ve Türkler’le savaşmamayı gerekli gördü. Türkler’i Büyük Britanya’dan uzaklaştırmamak esas oldu. Sevr’in gündemden düşmesi ve Musulsuz Misak- Milli’yi çizen Lozan’ın gelmesi, sırasıyla tamponun Türkiye olmasının kabulü ile İngiltere’nin Musul’u elinde tutma ısrarına denk düşüyordu.

Yalçın Küçük’ün Sırlar ve Çöküş kitaplarında ayrıntılı incelemeler bulunuyor ve hızlı geçiyorum. Ankara, Lozan görüşmelerinin tekrar başladığı 23 Nisan 1923’ten bir gün önce, Musul-Revanduz’daki kaymakamını ve özel kuvvetlerini hiçbir mukavemet göstermeden geri çekti ve Kürt isyanlarının kati biçimde bastırılması da, Türkiye’nin Musul üzerindeki tüm haklarından vazgeçmesinden sonra gerçekleşti. Uğur Mumcu’nun Kürt-İslam Ayaklanması kitabındaki “Şeyh Sait bastırılmış, ancak Musul İngiltere’nin eline geçmiştir” sözleri gelişmelerle uyumludur: Ankara, yıkılan Osmanlı imparatorluğuna kıyasla son derece mütevazı sınırlar içinde her türlü Türkifikasyon özgürlüğüne karşılık, Türklükle özdeşleşen her türlü emperyalist iddiadan vazgeçiyordu ve bizler “yurtta sulh, cihanda sulh”a varıyoruz.

Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte tampon fonksiyonu da ömrünü tamamladı. Yerine geleni tartışmak bir başka yazıya kalıyor. Ancak Davutoğlu’nun, anlaşılan tarih bilgisine pek de gerek duymadan, “defansif tutum” dediği budur. Türkiye egemenlerinin emperyalistlerle girdiği her anlaşmada zımni şart, Türkiye’nin emperyalistlerin izin vermediği yerlerde hak iddia etmemesidir ve çiğnenmesinin sonucu da Türk askerinin başına çuval geçirilmesi ile, iktidara sermaye ve ABD tarafından çıkarılıp konan AKP’nin bir ‘van minüt’ bile diyememesi olmuştur. Gazali ile Hegel, rüyalarını ziyaret etme inceliği gösterseler de bu yalın gerçeği Davutoğlu’na iletmemiş görünüyor; serde materyalizm de yok, daha bir süre, dünya yüzünde eşine rastlanılmayan trafiğinde, Erbil’i Kayseri ve Halep’i Yozgat yapma hülyalarıyla, nafile, koşacağa benziyor ve ne kadar heyecanlı koşarsa, yolculuğunun o kadar kısa süreceğini eklemek gerekiyor.